Öncelikle, tüm içtenliğimle yani yılınızı kutlarım.
Aslında, dini mevzularda ahkam kesmek benim ve benim gibi, disipliner din eğitimi almamış olanların haddi olmamalıdır! Ne var ki, sözde din eğitimi almış (ve hatta ilmî kariyer yaptıkları zannedilen) insanların, akla ve en basit mantık kurallarına bile uymayan saçmalıkları yüce dinimize mal etmeleri karşısında, birey ve toplum olarak gerçekten çaresiz bir durumdayız.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, “ibadetleri” konu alan, ayet-i kerîme sayısı 80’ geçmezken, “aklı ve ilmi” konu alan ayetlerin sayısı bine yakındır. Dahası, İslam dinine göre, “iman”la ilgili davete muhatap ve mükellef kabul edilmenin “tek şart”ı, “âkil ve bâliğ olmak”tır! Yani, İslam insanlara, “sadece aklı ölçü alarak” hitap etmektedir. O nedenledir ki, âkil olsalar da, henüz bâliğ olmayan çocuklar ile akıl hastaları dini hükümlere muhatap ve dini vecibelerle mükellef değillerdir.
MÜSLÜMANLAR, “AKIL”LA OLAN ALÂKALARINI KESİNCE
Ne yazık ki, Ebû Süfyan’ın oğlu Muaviye (602-680) tarafından, Hz.Ali’den (599-661) Halifeliği gasp ederek, kendi “hanedan saltanatı”nı kurduğu 661 yılından bu yana, Müslümanlar ile Kur’an-ı Kerim arasına, aşılmaz duvarlar örülmüştür. Ve maalesef, Emevi saltanatının kurulmasından 450 yıl sonra, Gazzali (1058-1111) ile de Müslümanlar, “din” adına, “akıl”la yollarını ayırmışlardır; hem de, İmam-ı Âzam ebû Hanife (699-767) ve İmam Maturîdi (853-944) gibi, İslam’da akılcılığın zirveleri olan âlimlere rağmen! Tarihte, her şeye rağmen, Müslümanların arasında yetişen evrensel düzeydeki en son bilim adamları, İran’da İbn-i Sina (980-1037) ve Endülüs’te İbn-i Rüşd’dür (1126-1198).
Müslümanların akılla alakalarını kesmeye başladıkları yıllar, Avrupa için Ortaçağ’ın da ilk yıllarıydı. Batı karşısındaki üstünlüklerini, kendi niteliklerinden ziyade, Avrupalıların zayıflıklarına borçlu olan Müslümanların yıldızları, 17. yüzyıldan itibaren sönmeye başlıyor! Ne var ki, batı karşısında Müslümanların temsilcisi olan Osmanlı devletini yönetenler ve toplumun aydınları, 200 yıl boyunca farkına bile varamamışlardır.
OSMANLILARDA VE JAPONYA’DA BATILILAŞMA GİRİŞİMLERİ
Osmanlılar, ancak 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde Avrupa ülkelerinin teknik üstünlüklerinin farkına varmaya başladılar. Ne yazık ki, düştükleri acziyetten kurtulmak için, Tanzimat Fermanı (1839) ile başlattıkları ve Islahat Fermanı (1856) ile sürdürmeye çalıştıkları “batılılaşma” teşebbüslerinden, arzu ettikleri başarıya ulaşamamışlardır. Halbuki Japonya, 1867’de başa geçen Japon İmparatoru Meiji’nin (Ö.1912) başlattığı benzer teşebbüsler, büyük bir başarı ile sürdürülmüş ve 100 yıl geçmeden, “Japon Mucizesi”ni ortaya çıkarmış, batılı ülkelere karşı verdiği bilim ve teknik mücadelesini kazanmıştır.
Bizde, Japonlardan yarım yüzyıl önce batılılaşma teşebbüslerini başlatan Osmanlı devleti, kayda değer bir başarı elde edemezken, 50 yıl sonra Meiji’nin başlattığı teşebbüslerle, Japonların nasıl olup da mucizevi sonuçlar elde ettiklerini pek merak eden olmamıştır! Bu konu için belki yıllarca araştırmalar yapmak ve kitaplar yazmak lazım.
OSMANLI’NIN BAŞARAMADIĞINI, JAPONLAR NASIL BAŞARDI?
Ancak, biz burada, çok kısa olarak şu kadarını söyleyebiliriz:
Osmanlı toplumu ve devlet kadroları kahir ekseriyetle batılılaşma teşebbüslerini anlayamamış, destek vermedikleri gibi, yenilikleri engellemek için büyük çabalar sarf etmişlerdir. Eğitim için batılı ülkelere gönderdikleri gençlerin her yaptıklarına karşı çıkmışlar ve adeta taşlamışlardır. Ayrıca, yenileşme hareketlerini başlatan, II. Mahmut (saltanatı 1808-1839) ve Abdülmecit (saltanatı 1839-1861) gibi padişahlar, devlet erkanından ve geleneksel medreselerden yeterli desteği alamadıkları gibi, bilhassa tarikatların akıl almaz engellemeleri vardır. Ayrıca, kendilerinden sonra tahta çıkanlar da, o çabaları sürdürmemişlerdir. Ve tabii, burada Osmanlı devletinin, burnunun dibindeki Avrupa ülkeleri ile sürekli çatışma halinde olduğunu da hatırdan çıkarmamak lazım.
Japonlara gelince: Onlar da, tıpkı 50 yıl önce Osmanlı devletinin yaptığı gibi, gençlerini Avrupa ülkelerine göndermişler; ancak, eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönenleri bağırlarına basmışlar, onlarla çatışmadıkları gibi, ülkeye dönmeden önce, o gençlerin çalışacakları ortamları hazırlayarak, kalkınma teşebbüslerine güç katmışlardır. Ve tabii, Japonların da yine burunlarını dibinde, çatışma halinde oldukları Çin gibi devasa bir ülke vardı. Ama, Çin o yıllarda, Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş değildi!
“YILBAŞI” VE HIRİSTİYANLARIN “NOEL BAYRAMI”
Kesinlikle “öyle olmadığı” halde, inatla “yılbaşı kutlamalarının Hıristiyanlıkla ilgili olduğu” hususunda inat eden ve “din istismarı” ile geçinmekte olan yobazlar, her yıl olduğu gibi, bu yıl da halkımızın kafasını karıştırmaya devam ettiler! Hiçbir toplumsal yarar söz konusu olmadığı gibi, milli birlik ve beraberlik açısından hayli zararlı olan böyle bir tartışmayı hararetle sürdürenler, esasen, yılbaşının Hıristiyanlıkla (ya da, herhangi başka bir “inanç sistemi” ile) alakasının bulunmadığını, muhakkak ki gayet iyi bilirler!
Ne var ki, Muaviye’den bu yana “cehalet”, bugün kendilerini Müslüman zanneden tüm toplumların dini haline getirilmiştir. Bu tür dezenformasyon faaliyetleri ile, aslında bireysel bakımdan samimiyetle dindar ve ancak fevkalade cahil olan insanlarla toplumun, nispeten “aydınlanmış” olan kesimlerinin aralarını açıyorlar. Ve maalesef, insanları dini söylemlerle istismar etmekten olan, cemaat ve tarikat adları altında örgütlenmiş olan bu gruplar, bu konuda oldukça da başarılı olabiliyorlar!
Katolik ve Protestanlar (Rum Ortodoks Kilisesi de), Noel'i 24/25 Aralık gecesinde kutlarken, Rum Ortodoks Kilisesi dışında kalan tüm diğer Ortodoks dünyası, Noel’i 6/7 Ocak gecesinde kutlamaktadırlar. Kısacası, Hıristiyanların Noel kutlamalarının, 31 Aralık/1 Ocak gecesi kutlanan “yılbaşı” ile hiçbir alakası yoktur! Ne yazık ki, kendilerini Müslüman zanneden ve tarikat-cemaatlerin etkilerinden kurtulamayan, o tertemiz (ama son derece cahil ve maalesef yobaz) insanlara, bu gerçeği anlatmanın hiçbir yolu da bulunamıyor!
ÖZGÜRLİK VE DEMOKRASİ
Bugün gayet açıktır ki, Müslüman denen toplumlarda “özgürlük” ve “demokrasi” kavramları, yeterince kavranamamıştır. Özgürlük ve demokrasi, birbirlerini olmazsa olmazlarıdır. Türkiye gibi, “sosyal ve kültürel evrim süreçleri”ni tamamlayamamış olan toplumlarda, tepeden inme, kanun çıkarılarak getirilmeye çalışılan özgürlükler ve demokrasi, daima aksi sonuçlar vermiştir. Özgürlüğün ve demokrasinin “toplumsal talep” haline gelmesini sağlayan “aydınlanma” dönemi yaşanmadığında, arzu edilen sonuçların elde edilemeyeceği gayet açıktır. “Atatürk devrimleri” bu konuda, oldukça öğretici sonuçlar vermiştir.
“Hiç, bilenle bilmeyen bir olur mu?” diye soran, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (570-632). Evet, işte, bilenle bilmeyen bir olamayacağı için, batı demokrasilerinde, “herkesin oyunun eşit değerde” olmasından kaynaklanan sorunların giderilmesi amacı ile, çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Örneğin, ABD’de Başkanlar, bizdeki gibi, halk tarafından doğrudan seçilmez! Halk önce, belli bazı kriterler çerçevesinde, “Başkanı seçecek olan temsilciler”i seçer; ondan sonra, o temsilciler Başkanı seçerler.
HAYATIMIZDAKİ HER ŞEY, NEDEN “MÜSLÜMAN OLMAYANLARIN” İCADI?
Halihazırda, insan hayatının her alanında kullanılmakta olan bütün modern araç ve gereçler, Türkiye’deki ve Ortadoğu ülkelerindeki din istismarcılarının sürekli eleştirmekte oldukları, o “Müslüman olmayan (ve hatta İslam düşmanı olan)” batılı ülkelerin buluşları, icatları ve ürünleridir. Sözde Müslümanlar olarak, bu durumda dolayı hiçbir rahatsızlık duymuyoruz; aksine, büyük paralar ödeyerek satın aldığımız gâvur icadı ve ürünü olan araçlarla, birbirimize “üstünlük(!?)” sağlamaya çalışıyoruz. İnsanlık tarihinde, şu son bin yıl içinde, “Müslüman” olarak adlandırılan toplumlar tarafından icat edilen hiçbir şey, bugün hiç kimse tarafından kullanılmamaktadır!
Yaklaşık bin yıldır, Müslüman denilen toplumlar tarafından, evrensel bilime ve teknolojiye, neredeyse hiçbir katkı yapılamamaktadır. Son 8-10 yıldır ise, dünyadaki “en iyi 500 üniversite” arasında, Müslüman denilen ülkelere ait tek bir tane bile üniversite yoktur! Yakın zamana kadar, dünyadaki 50’yi aşkın İslam(!) ülkesi arasından, sadece Türkiye’den, 5-6 üniversite, o 500’lük listede yer alabiliyordu! Ne yazık ki, bu ve benzeri gerilemeler, bu ülkede neredeyse hiç kimsenin umurunda değildir!
DİN İSTİSMARCILARININ ELİNDE CEHENNEME YOLCULUK
Sadece “bizim gibi düşünmüyor, inanmıyor ve/veya davranmıyor” diye, ülkemizde yetişen yüksek nitelikli insanlarımızı taşlayarak, onları ülkemizden kovarak, yüzyıllarımızı harcadık ve hâlâ da bu toplumsal davranıştan vazgeçmiyoruz! Bu davranış şeklimiz, maalesef gündelik hayatımızın temelini oluşturuyor. Güya karşı olduğumuz ve eleştirdiğimiz “Müslüman olmayan” toplumların (özellikle de üniversitelerin ve gençlerin) nelerle uğraştıkları konusunda hiçbir fikrimiz bile olmadan ve umursamadan; biz, birbirimizin gözlerini oyarak ve arkasından kuyular kazarak, cennete gideceğimize inanıyoruz. Son yıllarda tehlikeli ölçülerde güçlenen cemaatlerin ve tarikatların elinde, hızla, İran’a, Afganistan’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine benzetilmeye başladığımızı; nasıl, doludizgin cehenneme doğru koşmakta olduğumuzu görmüyoruz!..
Bugüne kadar geldiğimiz usullerle, kendimize rakip (ve düşman) olarak gördüğümüz ülkelere ve toplumlara karşı hiçbir başarı elde edilemeyeceğini bize kİm anlatacak acaba?