Bu yıl 30 Ağustos Dumlupınar Zaferi ile devamında, başta İzmir ve Balıkesir olmak üzere, Ege ve Marmara bölgelerindeki il ve ilçelerin “Kurtuluş Günleri”nin, 100. yılıydı. 1973 yılındaki, Cumhuriyetimizin ilan edilişinin 50. yılı kutlamalarını hatırlayan ve bilen biri olarak, geçtiğimiz günlerdeki Büyük Zafer’in 100. yıl kutlamalarını bir hayli mütevazı bulduğumu söylemeliyim. Dahası, 9 Eylül’deki İzmir’in Kurtuluş Kutlamalarına merkezi devlet idaresinin katılmayıp, tüm inisiyatifi, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bırakmış olmasını da anlamak mümkün değil.
ATATÜRK, MİLLİ MÜCADELE VE CUMHURİYET DÜŞMANLIĞI
Ya, TBMM’nin Başkanlığını da yapmış olan İsmail Kahraman’ın, 28 Ağustos günü katıldığı, Rize’nin Fethinin 561. yılı kutlamalarında, Milli Mücadele ve İzmir’in Kurtuluşu ile ilgili söyledikleri! Hatırlarsanız, geçen seçim dönemlerinden birinde, hasbel kader Balıkesir’den milletvekili seçilmiş olan bir bayan da, Cumhuriyet dönemi için, “Yüz yıllık parantez” ifadesini kullanmıştı. Son 20 yıldır kesintisiz iktidarda bulunan AK Parti’ye mensup siyasetçilerin, Milli Mücadele, Cumhuriyet, Atatürk ve silah arkadaşları aleyhinde söz ve davranışları, TBMM’de 25 Temmuz 1951'de kabul edilmiş olan, 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” hâlâ yürürlükte olduğu hade, alenen devam ediyor!
Maalesef, gayet açıktır ki, AK Parti’nin, “Cumhuriyeti kuran irade” ile ciddi sorunları bulunuyor. Cumhuriyet döneminde, devlet adına yapılan işler ve uygulamalar elbette eleştiriye açıktır. Yapanın kişiliğine bakarak, kamu adına yanlışlar, Tabii ki normal görülemez, hoş karşılanamaz! Ancak, Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş süreci ile ilgili olarak, böylesine birbirine zıt anlayışların olması ve Milli Mücadele liderleri ile ilgili aleyhte söz ve davranışlardaki bu artış, fevkalade düşündürücüdür. Daha da kötüsü, tüm bu söz ve davranışların “İslâm” adına yapıldığına dair iddialardır! Ayrıca, Atatürk’ün 7 kez ziyaret ettiği, Milli Mücadele bayraktarlığına soyunan ve “Kuva-yı Milliye Şehri” ilan edilen Balıkesir’de, Atatürk, Milli Mücadele ve Cumhuriyet düşmanlığının, neredeyse “çoğunluk görüşü” haline gelmiş olmasını da anlamak mümkün değildir.
İSLÂM, “CAHİLLERİN DİNİ” DEĞİLDİR!
Tüm “İslâm Tarihi” süresince, günümüzde bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi, bir “ümmet” anlayışı ve siyasi anlamda bir “din kardeşliği”, hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Unutmayalım ki, Sıffin ve Kerbelâ başta olmak üzere, tarihteki pek çok savaşta, ölenler de öldürenler de aynı anda tekbir getiriyorlardı! Bugün, yeryüzünde, “İslâm ülkesi” denen 56 devlet vardır ve bu ülkelerde, yaklaşık 1 milyar 500 milyon insan yaşamaktadır. Türkiye de dahil olmak üzere, tüm bu ülkeler, yüzölçümü Türkiye’nin yarısı (357,588 km²) kadar ve nüfusu 85 milyon olan Almanya kadar üretim yapamıyorlar! Böylesine yaygın üretim yetersizliğinin temelinde, İslâm ülkelerindeki, geçmişi yüzyıllara dayanan ve zamanla adeta “din” haline gelmiş olan, “yaygın kitlesel cehalet” yatıyor!
Bu ülkelerde, hayatlarından memnun olmayan insanların hiçbiri, bir diğer İslâm ülkesine gitmeyi düşünmüyor! Yaşadıkları sözde İslâm ülkelerinde hayatlarından memnun olmayanların gitmek istedikleri ülkelerin tamamı, “Müslüman olmayan” yerlerdir! Acaba neden? Ne yazık ki, Müslümanlar bu soru üzerinde düşünmüyorlar, düşünmek de istemiyorlar! Ama, fırsat bulabilen herkes, bizim “gâvur” diyerek güya küçümsediğimizi ve aşağıladığımızı zannettiğimiz ülkelere gitmeye can atıyor!
İSLÂM ÜLKELERİ ARASINDA, TÜRKİYE FARKI
Günümüzdeki yaygın İslâm anlayışının hakim olduğu ülkeler arasında, bir tek Türkiye, çağdaş batı medeniyeti düzeyine çıkma mücadelesi veriyor ve bir asırlık sürede kat ettiği yol da küçümsenecek gibi değil. Bugün Türkiye’den çıkıp, diğer 55 İslâm ülkesinden herhangi birine gidip yaşamak isteyen kimse var mı, duydunuz mu? Ama, o ülkelerden insanlar oluk oluk Türkiye’ye akın ediyorlar! Öte yandan, çoğu gençlerimiz ve nitelikli meslek mensupları olmak üzere, Türkiye’den, “gelişmiş” dediğimiz batılı ülkelere gitme hayalleri kuruyor.
Maalesef, bu konuda insanları suçlamak anlamsızdır ve dahası zararlıdır; çünkü, eğer böyle yaparsak, karşı karşıya bulunduğumuz problemi derinlemesine anlayamayız ve çözemez hale geliriz. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi rahmetli Prof.Dr. Turhan Oğuzkan (1968-70 yıllarında, o zaman henüz Doçent), Türkiye’den (ve çoğu Müslüman olan geri kalmış ülkelerden) batılı ülkelere doğru beyin göçünü araştırmış ve bilimsel olarak, derinlemesine incelemiştir. Prof. Oğuzkan’ın o araştırması ODTÜ tarafından, 1970 yılında, “Yurtdışında Çalışan Doktoralı Türkler: Türkiye'den Başka Ülkelere Yüksek Seviyeli Eleman Göçü Üzerinde Bir Araştırma” adıyla yayınlanmıştır. Tuhan hoca, daha sonraki yıllarda, bu konuda pek çok makale ve birkaç kitap daha yazdı. Ne var ki, Türkiye’de, problemleri bilimsel yöntemlerle çözmeyi akıl edecek beceriye sahip siyasi irade bugüne kadar ortaya çıkmamıştır.
ÜRETEN, DAİMA TÜKETENDEN VE KULLANANDAN ÜSTÜNDÜR
Bugün, gerek gündelik hayatımızda kullanmakta olduğumuz cihazlar ve gerekse, devlet kurumları ile ticaret ve sanayi şirketlerinin büyük çaplı projelerde kullandıkları araçların tamamı, batı medeniyetinin ürünleridir. Kısacası, “İslâm” denen toplumların içinde (neredeyse bin yıldır) bilim insanı yetişmiyor! Bu nedenle de, İslâm ülkeleri, doğal kaynaklar ve tarım dışında, gerçek anlamda “üreten ülke” konumuna yükselemiyorlar. Çünkü, bilime merakı olan Müslümanlar, yüzyıllardır, kendi ülkelerini terk etmekten başka yol bulamıyorlar! Başta Müslümanlar olmak üzere, geri kalmış ülkelerin en iyi beyinleri gelişmiş batılı ülkelere akın etmeye devam ediyorlar; çünkü bu insanlar, hem kendi ülkelerinde bilim yapamıyorlar hem de mutlu olamıyorlar!
Tarihte, 8. ve 11. yüzyıllar arasında 250-300 yıl süren bir “İslâm’ın Altın Çağı” da denen, bir aydınlanma dönemi var. O dönemde yetişen (ve tamamı, toplum tarafından “kâfirlikle” suçlanmış olan) Cabir bin Hayyan (721-815), el-Hârezmî (780-850), el-Kindî (801-868), Fârâbî (870-950), er-Râzî (865-950), İbn-i Sînâ (980-1037), İbn-i Heysem (965-1040), el-Bîrûnî (973-1048), Yusuf Has Hâcib (1017-1077), Kaşgarlı Mahmud (1008-1105), Fahreddin Râzî (1148-1209), İbn-i Rüşd (1126-1198), el-Cezerî (1136-1233), Nsîruddin Tûsî (1201-1274), vb gibi Müslüman bilim adamları düzeyinde evrensel bilim insanı çıkaramayalı 900 yıldan fazla oldu! Yazının sonunda yer alan linkten, bu bilim adamlarının kapsamlı listesine ulaşabilirsiniz.
İSLÂM, SADECE İBADET DİNİ MİDİR?
Elimizdeki din kitabı (yani, “Kur’an-ı Kerim”) tek bir tane olduğu halde, acaba neden onlarca çeşit İslâm modeli var yeryüzünde? Bunun en temel sebebi, insanların Kur’an-ı Kerim’den koparılmış olmalarıdır; ve maalesef, günümüz Müslümanlarını tekrar Kur’an-ı Kerim’le buluşturmanın hiçbir çıkar yolu da görünmüyor! Halbuki o kitapta, İslâm dininin tüm ibadetleri ile ilgili toplam ayet sayısı 80 civarındayken, bilim ve akıl konusunda, bine yakın ayet vardır. İslâm dini, maalesef, o 80 ayet çerçevesinde (sanki, diğer 6.500 küsur ayet yokmuş gibi), tamamen “ibadetlerden ibaret”, kişisel ve toplumsal ritüellere dönüştürülmüş bulunuyor.
Burada, 500-1500 yılları arasında, bin yıl boyunca batılı ülkeleri inim inim inleten, Kilise zulümlerinin ayyuka çıktığı o Ortaçağ karanlığına dikkatinizi çekmek isterim. Ki, o dönemlerde, İslâm dünyası, batılı ülkelere kıyasla, her bakımdan son derece ileri bir seviyedeydi. Avrupa ülkelerinin, o karanlıktan ve Kilise zulümlerinden nasıl kurtuldukları, hâlâ bizde anlaşılmış değildir.
“ÜCRETLİ NAMAZ KILDIRMA MEMURU” ve “İBADETE MAHSUS BİNA”
Öte yandan, hiçbir şekilde, “din görevi” ve “din görevlisi” ile (Kâbe dışında) sadece “ibadete mahsus” yer ve bina olmaması gereken İslâm dini, bugün ne hale getirilmiş? Sanki, Hıristiyanların Kiliselerinin ve Yahudilerin Havralarının karşısına “camileri” dikmişiz! Acaba, bununla ne elde etmiş olabiliriz!
Hıristiyan ülkelerinde gördüğümüz o devasa Kilise binaları ve Katedraller, o ülkelerin Engizisyon zulümleri altında inledikleri dönemlerde inşa edilmişlerdir; Aydınlanma Çağı’ndan (1685-1815) itibaren, artık Avrupa’da devasa Kilise binaları yapımı sona ermiştir. Ve biz bugün, daha önce yapılanlardan çok daha büyük camiler yapmakla uğraşıyoruz; üstelik, dinen hiçbir gereği de yokken!
“CAMİ” VE “MESCİD” AYNI ŞEY MİDİR?
Camiler, asla “İslâm dinin bir gereği” değildir; ancak, Müslüman toplumların, gerçekte dinle alakası olmaması gereken, “geleneksel” unsurlarıdır. Burada, Hz.Peygamber’in Medine’ye hicretinden itibaren, Halifeler dönemindeki (622’den 661’e kadar) “mescit”lerle, bugün bizim “cami” dediğimiz, “ibadete mahsus binaları (ve oralardaki “ücretli namaz kıldırma memurları”nı)” birbirine karıştırmamak lazım! Halifeler dönemindeki mescitler (her yerleşim biriminde sadece bir tane), tıpkı Medine’deki Mescid-i Nebevî gibi, kamu yönetim işlerinin yürütüldüğü, bir tür mütevazı “idare binaları”dır. O dönemde, ücret karşılığı yerine getirilen “din görevi” ve ücretli ya da ücretsiz, özel “din görevlisi” gibi kavramlar da yoktu; çünkü, Kur’an-ı Kerim’de de böyle bir ayet mevcut değildi!
Devasa camilerin yapımı ve o binalara ücretli memurların tayini işi Muaviye’nin icadıdır ve maalesef, saltanat sahiplerine hizmet eden bir sistem olduğu için, tarih boyunca devam etmiş ve ne yazık ki, bugün de, “devlet otoritesi” adına devam etmektedir.
Muhtemelen, bazı okurlarımız, bu yazıda, dinle alakalı bazı mevzulara temas etmemizi mazur görmeyecek ve belki de “haddi aşmak” olarak değerlendireceklerdir. Tarih ve Kur’an-ı Kerim bu söylediklerimizi yalanlamadığı sürece, bu değerlendirmelerden hiçbir endişemiz olmayacaktır.
Unutmayalım ki, bir insanın hayatta ileri sürebileceği en büyük iddia “Müslüman olduğunu söylemek”tir. Çünkü, “Ben Müslümanım” demek, “Ben dünyanın en iyi ve en nitelikli insanlarından biriyim” demektir. Aksi halde, İslam’a iftira etmiş olursunuz! “Müslümanım” diyen herkes, olabildiğince “en iyi insan” ve alanında olabildiğince “en nitelikli meslek erbabı” olma gayretinde olmak zorundadır…
Tarihte Müslüman Bilimadamları:
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0slam%27%C4%B1n_Alt%C4%B1n_%C3%87a%C4%9F%C4%B1_d%C3%B6nemi_bilim_insanlar%C4%B1_listesi