Bugün 18 Mart, Çanakkale Deniz Zaferi’nin 109. Yıldönümü… Bu vesile ile, öncelikle Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü’müzü kutluyor, yüce Tanrı’dan, tüm şehitlerimizin ruhlarının şad, mekanlarının cennet olmasını diliyorum.
Burada amacımız, haddimizi aşarak, bir tarih dersi vermek değildir. Ancak, bugün karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm sorunların doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için, Osmanlı Devleti’ni sona erdiren I. Dünya Savaşı ve sonrası başta olmak üzere, yakın tarihle ilgili bazı hatırlatmalar yapmak gerekiyor.
I. DÜNYA SAVAŞI VE SONRASI
AK Parti’nin iktidara geldiği günden bu yana, Türk milleti olarak, yıllar içinde giderek artan bir şekilde, “Türklük, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı” ile karşı karşıyayız… Yedi ayrı cephede savaştığımız I. Dünya Savaşı’nın bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi(*) (30.10.1918) uyarınca, Osmanlı ordusu terhis edilmeye ve tüm silahlar galip devletlerin askerlerine teslim edilmeye başlandı… Osmanlı Sarayı, Hükümeti ve nihayet Padişah VI. Mehmet (Vahdettin), mütarekeye karşı hiçbir itirazda bulunmamışlar, zayıf da olsa, ortaya çıkan tepkileri yatıştırma yolunu tercih etmişlerdi.
Osmanlı Devleti, “Harb-i Umûmi” adını verdiği I. Dünya Savaşı’nda, Kafkasya ve Galiçya’da Ruslarla, Makedonya’da Yunanlılarla ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla, Filistin ve Suriye’de, İngilizlerle (ve İngilizlerle birlik olan Araplarla) savaştı. Bu cephelerden, sadece Çanakkale’de zafer kazandı!
ÇANAKKALE’DE SAVAŞ NASIL BAŞLADI VE NASIL BİTTİ?
Çanakkale Cephesi’ndeki savaş, 03.11.1914 günü, İtilaf Devletleri’ne ait, 18 gemiden oluşan donanmayla, sabah saat 06:50’den itibaren, İngilizlerin Ertuğrul ve Seddülbahir'i ve Fransızların Kumkale ve Orhaniye tabyalarını bombalamalarıyla başladı ve 09.01.1916 tarihinde sona erdi.
Çoğu insan, Çanakkale Savaşı’nın 18 Mart 1915’teki deniz zaferiyle sona erdiğini zannediyor; ancak gerçek öyle değildir. Çünkü, denizden yaptıkları saldırılarda, İsmail Cevat (Çobanlı) Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri karşısında netice alamayan İtilaf Devletleri, bu sefer, Ege denizinden Gelibolu Yarımadası’nın batı kıyılarına çıkarmalar yaparak, yarımadayı karadan geçmeyi deneyeceklerdir. Bölgedeki en büyük kara savaşları, düşmanın 06 Ağustos 1915 sabahı Suvla Körfezi’ne yaptığı çıkarmayla başlayan ve 15 Ağustos’a kadar süren Anafartalar ve Arıburnu muharebeleridir. İşte Çanakkale Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasını sağlayan bu kara muharebelerindeki komutan, Anafartalar Kahramanı, Albay Mustafa Kemal Bey’dir.
ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA, TÜRK MİLLETİ NE KAZANDI?
Ne var ki, savaşarak Çanakkale Boğazı’nı geçemeyen düşman donanması, Mondros Mütarekesi’nden sonra, 1918 yılı Kasım ayının ilk günlerinde, törenle geçecek ve 13 Kasım’da İstanbul’u işgal edecektir. Çanakkale Savaşı’nın Türk milletine en büyük hediyesi Mustafa Kemal Bey’in “paşa” olarak temayüz etmesi ve ülke halkı tarafından da, “Anafartalar Kahramanı” olarak tanınması olmuştur. Mustafa Kemal Bey, eğer Çanakkale’de savaşmasaydı, 19 Mayıs 1919’da başlatacağı Kurtuluş Savaşı’na katılmaları hususunda, birlikte mücadele ettiği komutanları ve halkı ikna etmesi mümkün olmayabilirdi!
Eminim, gerek Çanakkale ve gerekse Kurtuluş savaşları konusunda, hemen herkesin belli bir bilgisi vardır. Son zamanlarda, eldeki sayısız tarihi belgelere, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi arşivleri ile, başta İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya olmak üzere, 19. ve 20. yüzyıllara ait batılı ülkelerin arşivlerine rağmen, bugün yakın tarihimizle, tarihi olaylarla ve başta Atatürk olmak üzere, tarihi şahsiyetlerle ilgili öylesine karartmalar yapılıyor ki, akıl alacak gibi değil. İşin, çok daha ilginci ve çok daha kötüsü ise, tüm bunların, “din” adına ve din kullanılarak yapılıyor olmasıdır. 18. yüzyıl sonlarından bu yana, Osmanlı Devleti’nde yapılmak istenen tüm reformları engelleyenler de, tıpkı bugünküler gibi, “daima ve sadece” İslam dinini kullanmışlardır. Osmanlı Padişahları içinde Ümmetçi siyasetiyle en başta bilinen II. Abdülhamit’e karşı bile, “şeriat isteriz” söylemleriyle isyanlara kalkışılmıştır.
GAZZE’DE DÖKÜLEN KANA, TÜRKİYE’DE EKMEK DOĞRAYANLAR!
Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçişle ilgili bu kısa hatırlatmalardan sonra, gelelim, 15 Temmuz alçaklığının yaşandığı 2016 yılından itibaren belirgin şekilde yükselen ve geçen yıl 14 Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimleri’nden sonra, adeta gemi azıya alan “Türklük, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı” meselesine…
Son zamanlarda, şahsen benim kalbimi en çok acıtan husus, geçen yıl 07 Ekim sabahı, Hamas’ın gerçekleştirdiği ve 1.200 İsrailliyi öldürdüğü baskından bu yana, 32 bini aşkın Filistinlinin hayatını kaybettiği Gazze’deki İsrail katliamlarının, bizde iç politika malzemesi olarak kullanılıyor olmasıdır. Gazze’de hayatlarını kaybeden masumların kanlarına, Türkiye’de birileri tarafından adeta ekmek doğranıyor!
Gazze konusunda, sözde İsrail’e karşı protesto faaliyetlerinde, “şeriat ve hilafet” söylemlerinin böylesine öne çıkıyor olması ise, diğer ilginç ve vahim olan durumdur. Bu konudaki en ilginç hususların başında, Türkiye’de hiç kimse tarafından, “Ne oldu da Hamas, 7 Ekim sabahı İsrail’e karşı silahlı baskın yaptı ve 1.200 kişiyi öldürdü?” diye sorulmaması gelir. O baskını yapan Hamas’ın asıl amacı, tam olarak neydi gerçekten? Hamas’ın bu baskını üzerine misilleme saldırıları başlatan İsrail, on binlerce masum insanı katletme hakkını kendinde görüyorken, neden hiç kimse, “Hamas o baskını neden yaptı?” diye sormuyor?
“İSRAİL TERÖR DEVLETİDİR” DEDİKTEN SONRA!
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, beş ayı aşkın süredir devam ediyor ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin BM Adalet Divanı nezdinde açtığı dava haricinde, Türkiye de dahil, hiçbir ülke tarafından, “saldırıların durdurulması” yönünde, kayda değer hiçbir girişim söz konusu değildir. İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye 57 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının 11.11.2023 tarihinde, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da gerçekleştirdikleri toplantısından, hiçbir anlamlı sonuç çıkmadı! Sözde “İslam ülkesi” denen devletler tarafından (sınırlı bazı insanî yardım çabaları dışında), Gazze’de akan kanın durdurulması için, ne gibi etkili girişimlerin yapıldığından (ya da yapılıp yapılmadığından) kimsenin haberi yoktur.
Gazze’deki çatışmaların başladığı o ilk günlerde, kameralar önünde İsrail’i “terör devleti”, tüm dünyanın “terör örgütü” dediği Hamas’ı da “kahraman” olarak ilan eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye-İsrail ilişkileri hususunda da, en küçük bir adım atmaması, hayret verici bir durumdur. Türkiye’den İsrail’e, her gün ortalama 8-9 sefer yapmakta olan gemilerle petrol ve ticari-lojistik mal nakliyatının aynen devam ediyor olması ise, bir başka garabettir! Uzmanlar tarafından, bu gemilerin ve petrol tankerlerinin seferlerinde, en küçük bir yavaşlama olmasının bile, İsrail’e karşı etkili olacağı değerlendirilirken, yaklaşık son 3 aydır, ilginç bir şekilde, İsrail’i eleştiren tek kelime etmeyen Erdoğan, Gazze halkını Türkiye’ye getirmenin yollarını arıyor sanki! Son birkaç haftadır, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya atfen, “2 milyar Dolar karşılığında, 1 milyon Filistinli’nin Türkiye’ye gönderilmesi” hususunda Erdoğan’la anlaştıklarına dair bir söylenti dolaşıyor ortalıkta! İnşallah gerçekte böyle bir şey yoktur; ama, bu konuda, Ankara’dan herhangi bir açıklama yapılmamış olması, aylarca reddedildikten sonra kabullenilen “Oslo görüşmeleri”ni hatırlatıyor ki, bu da, açıklamanın doğru olması ihtimalini arttırıyor!
ÜLKE KAMUOYU, DİNCİLERİN ABLUKASI ALTINDA!
Ülke olarak yerel seçim döneminde olduğumuzdan, doğrudan halka yönelik siyasi faaliyetlerde bir artış söz konusudur. Seçim ortamını, Türklük, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı ile, sözde şeriat ve hilafet propagandaları için kullanan çevrelerin, AK Parti+MHP iktidarından cesaret aldıkları gayet açıktır. Tüm geçim kaynakları, servet edinme ve siyasi rant elde etme yöntemleri (aslında, kendileri de İslam dini konusunda yetkin olmadıkları halde), kendi maddi ve siyasi çıkarlarına hizmet edecek şekilde, “cahil insanlara din satmak”tan ibaret olan tarikatlar ve sözde dini cemaatler ile camileri propaganda merkezleri olarak kullanmakta olan siyasi partiler, topyekûn olarak, ülke kamuoyu üzerine, adeta bir karabasan gibi çökmüş bulunuyorlar!
Önemsiz birkaç istisna dışında, gerek radyo, gazete ve TV gibi konvansiyonel medya organları, gerekse internetteki sosyal medya mecraları olmak üzere, ülkemizdeki tüm medya organları ve mecraları üzerinde hakimiyet kuran iktidar ve dinci kuruluşlar, halka yönelik öylesine güçlü bir dezenformasyon bombardımanları yapıyorlar ki, bu durumun, tarihte eşi-benzeri görülmemiştir. Bu ortamda, insanların neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmelerinin ve dolayısı ile de, ülke kamuoyunun doğru bir şekilde oluşmasının imkanı yoktur.
HALKIMIZ, DEZENFORMASYON BOMBARDIMANI ALTINDA
Geçmişte bu durumun en bilinen örneği Hitler Almanyası’nda, Nazilerin Propaganda Bakanı J.Goebbels’in, Alman halkını gerçeklikten kopararak ayakta uyutan propaganda ve dezenformasyon faaliyetleridir. Nitekim, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanların, “Bizim, o günlerde, sığınaklarda ellerimizdeki radyolardan başka haber alma kaynağımız bulunmadığından, Rus ordusunun Berlin’e girdiğinden bile günlerce haberimiz olmadığı gibi, savaşı kazanmak üzere olduğumuza inanıyorduk.” dediklerini burada hatırlamak gerekiyor. Eğer Alman halkı, en başından itibaren sağlıklı haber alma imkanına sahip olsaydı, muhtemelen Hitler o kadar uzun süre iktidarda kalamazdı ve belki de, II. Dünya Savaşı hiç olmayabilirdi!
Yurtta ve dünyada gündelik olup-bitenlerle ilgili olarak, düzenli bir şekilde, zamanında ve yeterli bilgi alma hakkı ve özgürlüğü ortadan kaldırılmış olan Türk halkının, ülke meseleleriyle ilgili doğru irade ortaya koyabilmesi imkansızdır! Durum böyle olunca, iktidar tarafından yaratılmakta olan “sanal (gerçek dışı) gerçeklikler”le meydana getirilen yapay kamuoyu ve gerçek dışı halk iradesine dayandırılan iktidar icraatları ile sözde muhalefet eleştirileri bu şekilde devam ettiği sürece, bu ülkede olumlu manada herhangi bir gelişme beklenemez! Bu hastalığın tek ve en önemli tedavi yolu, gerçek bir basın özgürlüğünün sağlanmasıdır.
Basın özgürlüğü olmadan, halkın doğruları yanlışlardan ayırt edebilmesi imkansızdır. Doğruyu yanlıştan ayırma “temyiz” kabiliyeti köreltilmiş toplumlarda ise, halk iradesi doğru istikamette tecelli edemez!
________