Bir toplumda cehalet, eğer “din”in yerini almışsa, o ülkede, bilime karşı tutumun, “kollektif bir sabit ve ortak saplantı” haline gelmesi kaçınılmazdır. Ancak, toplumların bu hâle gelmeleri, öyle birkaç yılda, ya da birkaç nesil süresi içinde olmuyor! Bugün tüm dünyaya hakim olan ve siyasetten ekonomiye, kültürden spora, hemen her alanda, insanlar üzerinde etkili olan “Batı Medeniyeti”, 15. yüzyıldan itibaren, “Ortaçağ Kilisesi”ne (skolastisizme) ve bu kilisenin hakimiyetinin yarattığı “Ortaçağ düşünce sistemlerine karşı başkaldırı” anlamında, Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan “rönesans ve reform hareketleri”nin ürünüdür.
Her ne kadar, kaynakları arasında 8. ve 11. yüzyıllar arasında, Müslüman toplumlarda ortaya çıkan bilim adamları ve onların eserleri yer alsa da, tümüyle, “Müslüman olmayan” toplumların yarattığı, kapitalist ekonomi temeline dayanan materyalist (maddeci) uygarlık, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle elde ettiği güçle, bugün tüm dünyaya hakimdir.
MÜSLÜMAN TOPLUMLARIN DURUMU
Kara, hava ve deniz nakil araçları ile bilgi-işlem ve iletişim teknolojileri başta olmak üzere, bugün tüm dünyada, insanların kullanmakta oldukları, neredeyse her şey, Müslüman olmayan toplumların buluşları, icatları ve üretimlerinin eserleridir. Son 900 yılı aşkın bir süredir, Müslüman toplumlar arasında yetişen bilim insanları tarafından ortaya konmuş, evrensel düzeyde hiç bir buluş, keşif ya da icat yoktur! Dahası, böylesine utanç verici bir durum, hiçbir Müslümanın umurunda bile değildir. Bugünün sözde Müslümanları, yaklaşık bin iki yüz yıl önce, Müslüman toplumlar içinde yetişen bilim adamlarının varlıklarından da, Müslüman olmayan toplumlar tarafından yapılan araştırmalar sayesinde haberdar olmuşlardır.
İmam Gazzali’den (1057-1111) bu yana, “düşünmenin matematiği” olan “felsefe”yi, son derece yanlış bir anlayışla, adeta “dinin rakibi” gibi gören ve böyle algılayan Müslümanlar, hızla akıldan uzaklaşmaya ve “sistemli düşünme” kabiliyetlerini kaybetmeye başladılar. 5. yüzyıldan 15. yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü kabul edilen Ortaçağ döneminde, toplumsal, siyasi ve askeri güçlerini büyük ölçüde yitirmiş olan Hıristiyan toplumlar karşısında 7. yüzyıldan itibaren üstünlük sağlamaya başlayan Müslümanların bu üstünlükleri, 15. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başlamış ve 18. yüzyıldan itibaren de, tamamen yitirmişlerdir.
Kurdukları irili ufaklı devletler halinde, yüzyıllarca birbirleri ile rekabet ve kavga içinde olan Müslümanlar, bilimde ve teknolojide ilerleme sağlamak bir yana, Avrupa ülkelerinde meydana gelen fikir hareketlerini ve devamında gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeleri algılayamamışlardır. Avrupalıların bilimde ve teknolojide sağladıkları ilerlemelerle yarattıkları, siyasî, ekonomik ve askerî güç karşısında Müslümanlar, 17. yüzyıl sonlarından itibaren, geri dönülmez bir yenilgi dönemine girmişlerdir. Bu dönemde, onlar adına kazanılan tek gerçek zafer, Türk milletinin Anadolu’da verdiği Millî Mücadele ile elde ettiği büyük başarı ve sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.
JAPONYA’NIN BAŞARDIĞINI, OSMANLI DEVLETİ BAŞARAMADI!
Osmanlı Devleti’ni yöneten kadrolar, Avrupa ülkelerinde meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerle elde edilen gücü, ancak 1700’lü yıllarda fark etmiş ve tedbir almaları gerektiğini ise, yüzyıl sonra düşünebilmişlerdir. Ancak, düşünebildikleri tedbirler hem yetersiz kalmış, hem de zaten yapmaya çalıştıkları uygulamalarda başarılı olamamışlardır. II. Mahmut’un (1785-1839), tahta çıktığı 1808 yılında başlattığı yenileşme hareketleri, kendisinden sonra gelen padişahlar tarafından da sürdürülmek istenmiş ise de, başarılı olamamışlardır. Halbuki, Osmanlı Devleti ile benzer durumda olan Japonya, 1867 yılında tahta çıkan İmparator Meiji’nin (1852-1912) başlattığı yenileşme çabalarında fevkalade başarılı olmuş ve bugünün süper teknolojik güçlerinden biri haline gelmiştir.
19. yüzyılda yürütülmeye çalışılan yenileşme hareketlerinde başarılı olamayan Osmanlı Devleti, başta askerî ve iktisadî alanlarda olmak üzere, zamanla hemen her alanda gücünü kaybetmiş ve 1850’li yıllardan itibaren girdiği borçlanma süreci sonunda, 1875’te moratoryum (devlet iflası) ilan etmek zorunda kalmıştır. Böyle bir ortamda, 1876 yılında tahta çıkan II. Abdülhamit (1842-1918) ise, 1909 yılına kadar süren 33 yıllık saltanatı döneminde, bilhassa eğitim alanında bazı önemli adımlar atmış ise de, devlet işlerinde kendi tahtını korumanın dışında, herhangi bir başarı sağlayamamış, meydana gelen tüm savaşları ve başta Balkanlar ve Kıbrıs adası olmak üzere, bugünkü Türkiye’nin iki katı büyüklüğünde (1.592.806 km²) toprak kaybetmiştir.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KADERİ
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, Türkiye’de Cumhuriyet ve başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’i kuran kadro aleyhine konuşmalar ve yazılar adeta “moda” haline geldi. Öyle ki, yürürlükteki Anayasa’ya ve kanunlara rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri ve üniter yapısı ile ilgili aleyhte faaliyetler ve propagandalar, artık önü alınamaz bir hâle geldi.
31 Mart 2024 Mahalli İdareler Seçimleri’nden hemen sonra, Erdoğan tarafından başlatılan Anayasa tartışmalarında bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün (tartışmanın da çok ötesinde) adeta aşağılandığı bir çizgiye gelinmiştir. Bu konularda alelade bir şekilde serdedilmeye devam eden görüşlerin birçoğu, yürürlükteki hukuk sistemimize göre suç olmasına rağmen, bunlar hakkında hiçbir yasal işlem yapılmıyor ve bu duruma, kimse de ses çıkarmıyor! Öyle ki, 1923’te kurulan “millî” ve “demokratik, laik sosyal hukuk devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sanki sahibi kalmamış gibidir.
Değiştirilmesinin teklif edilmesi dahi imkansız olan Anayasamızın ilk 4 maddesi ile vatandaşlığı düzenleyen 66. maddesi, toplumun bir kesimi tarafından, aylardır adeta hedef tahtasına oturtulmuş bulunuyor. Bu mevzuda içten içe, son derece ciddi ve hayli tehlikeli bir toplumsal tepki gelişiyor! Bu tepkinin, meşru siyasi zeminlerde karşılığını bulamaması halinde, meydana gelebilecek patlamaların altından kalkılması mümkün olmayacaktır!
Bugün devlet ve millet olarak, güneydoğuda karşı karşıya bulunduğumuz ve ısrarla “Kürt meselesi” olarak ifade edilmekte olan problemin arkasındaki korkunç karanlığın, devlet tarafından, millet nezdinde yarım asırdır aydınlatıl(a)mamış ve “terörle mücadele” adı altında, 40 bini aşkın şehit verilmiş olması, kabul edilebilir bir şey değildir. Kürt adı verilen toplum kesimleriyle ilgili, çözülmesi gereken sorunlar bağlamında halka empoze edilmeye çalışılan güneydoğu Anadolu’daki terör, Türkiye’nin jeoplitik konumundan kaynaklanan sebeplerle, batılı emperyalist güçlerin, içimizdeki işbirlikçi hainler eliyle yürütmekte oldukları siyasi proje faaliyetleridir. Ülke ve millet olarak, bu projenin asıl sahipleri ile yüzleşmeden ve onlarla kozlarımızı paylaşmadan, dağdaki eşkıya ile uğraşmakla hiçbir netice elde edilemeyeceği, artık anlaşılmış olmalıdır!
Devlet olarak yarım asırdır mücadele edildiği iddia edilen terör örgütünün elebaşının, “yabancı güçlerle yapılan pazarlıkla” teslim alınarak, 25 yıldır el bebe-gül bebe besleniyor olmasının ise, mantıklı ve “doğru” denebilecek hiçbir izahı yoktur! Tüm belgeler elde olmasına rağmen, yıllardır, Kürtçe konuşmasını bile bilmeyen bu elebaşının, aslında “kripto Ermeni” olduğunu gösteren şeceresinin ortaya dökülmemiş olması da, hayli düşündürücü bir başka meseledir.
TÜRKİYE’NİN TEMEL SORUNU, MUHALEFETSİZLİKTİR!
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı düşmanca faaliyet yürütmekte olanlar ile, devletimizin temel niteliklerini, bu düşmanların talepleri doğrultusunda değiştirmek amacıyla faaliyet yürütmekte olan mevcut siyasi çetelerin elebaşılarının tamamının, etnik kökenlerinin Türk olmaması, hatta, bunların bazılarının birbirleri ile akraba olmaları, acaba neden kimsenin umurunda değildir? Halbuki, artık bu tür konuların, hiçbir gizli-saklı tarafı da kalmamıştır.
Hiçbir şekilde izahı mümkün olmayan Erdoğan-Bahçeli ortaklığına, bugün Özgür Özel’in de katılma yolunda olması, anlaşılır bir şey değildir. Bu durum, ülkemizde, iktidar karşısında, halk adına muhalefet edecek hiçbir siyasi yapının kalmadığı anlamına gelmiyor mu? Muhalefetin olmadığı bir ülkede, acaba devletin rejimi hangi istikamete doğru gider; bu konuda ileriyi görebilmek için allame olmaya gerek yoktur. Türkiye’de iktidarın yapısını ve icraatlarını tartışmanın anlamı kalmamıştır; çünkü, asıl tartışılması gereken, muhalefetin olmayışıdır. Nasıl ki, bir kuşun tek kanatla uçması mümkün değilse, demokrasilerde de, iktidara yakın güçte bir muhalefet olmadan, rejim ve devlet güvende olamaz! Yani, Türkiye’nin bugünkü en önemli ve öncelikli sorunu, bu muhalefetsizliktir.
Bilhassa şu son 8-10 yıldır, Türkiye’de iktidarın icraatları ile ilgili olarak, halka yönelik hiçbir sağlıklı değerlendirme, yapılan işlerin “ne derece gerekli, öncelikli ve uygun” olup olmadığı hususlarında, halka hiçbir sağlam bilgi verilmediği gibi, fayda-maliyet analizleri de sağlıklı bir şekilde yapılamıyor. İktidara yönelik en küçük bir eleştiri olduğunda ise (konu ne olursa olsun), eleştirilen konuyla alakası olmayacak şekilde, eleştiren kişiler terör yandaşı ve/veya vatan haini olmakla suçlanarak, adeta linç ediliyor.
HALKIN “BİLGİ ALMA HAKKI” ENGELLENİYOR!
Gazeteler ve TV kanalları gibi konvansiyonel medya kuruluşları ve internetteki sosyal medya mecralarını, neredeyse istisnasız olarak avucunun içine almış olan iktidara karşı, bu medya organlarını ve mecralarını kullanarak, halka doğru bilgi ulaştırma imkanı kalmamış gibidir. Bu ise, “halkın zamanında, devamlı, yeterli ve doğru bilgi alma hakkı”nın, devlet gücü kullanılarak iktidar tarafından gasp edilmesi anlamına gelir. Bu durum, yeryüzünde ilk defa Türkiye’de meydana geliyor değildir. Tarihte bu tür durumların ortaya çıktığı ülkelerde muhalefet, iktidarların güçlerini aşmayı başarmış ve ülke medyasını tekeline alma girişimlerine karşı, ağır cezai müeyyideler öngören hukuk sistemleri kurmuşlardır. Türkiye’nin de çoktan bunu yapmış olması gerekirken (hem de 21. yüzyılda), yapamıyor olması kabul edilebilir mi?
Eğer bugün, siyaset sahnesinin muhalefet cenahını işgal edenler iktidarın medya gücünü aşacak yöntemleri bulamıyorlarsa, bu, muhalefet fonksiyonlarının gerçek olmadığı ve alayının iktidarın, muhalefet cenahındaki destekçileri olduğu anlamına gelir.
Balıkesir başta olmak üzere, yaşadıkları yerlerde siyasete ilgi duyan ya da, halen siyasetin içinde bulunan samimi ve iyi niyetli insanlara tavsiyem, yakın çevrelerindeki siyasi hareketlilikleri, bu yazıda anlatılan fikrî çerçeve içinde değerlendirmeleridir. Çünkü, bugün karşımızda, halkın bildiği türden normal siyasi partiler yoktur. Ülkemiz siyasetinin en güçlü organizasyonları “siyasi parti” olarak adlandırmak, görünen şartlarda yanlıştır. Çünkü bunlar, başta Anayasa olmak üzere, yürürlükteki hukuku hiçe saydıkları gibi, ülke ve dünya meseleleri ile ilgili olarak, halkı aydınlatma görevlerini yapmıyorlar, böylece halkın isabetli siyasi tercihler yapabilmesini bir şekilde engelledikleri gibi, toplumda ortaya çıkan doğal muhalif etkilere karşı iktidarı koruyorlar…