Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

“ANNEM, KARNE HEDİYESİ ET ALDI!”

Geçtiğimiz Cuma günü, ilk ve orta dereceli okullarımızda “Karne Günü”ydü… 2022-23 Eğitim-Öğretim Yılı’nın ilk yarısı tamamlandı. Gerek radyo, TV ve gazeteler gibi konvansiyonel medya organlarında ve gerekse, internetteki sosyal medya mecralarında, karne ve eğitim konulu haberler ve paylaşımlar yoğunluktaydı. İşte bu haberlerden bir tanesi (Yazının en sonundaki linkten, HaberTürk TV’deki o haberi izleyebilirsiniz) o Cuma, akşam haberlerindeki bir cümle, bu haftaki yazımızı başlığı oldu. Sizi bilmem, ama, ben hala o cümleye takılıp kalmış durumdayım: “Annem, karne hediyesi et aldı.” ve görüntüde, arkadan kasap, bir paket uzatıyor o çocuğa: “Üç kalem pirzola!” Ve biz, “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” diyen bir peygamberin ümmeti olarak, utanmadan ve sıkılmadan, Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz ve çevremize, dindarlık tafraları satıyoruz, öyle mi?   ASIL HATA VE KUSUR KİMDE? Gündelik hayatımızda karşılaştığımız ya da yaşadığımız her olumsuzlukta, kabahati sürekli olarak, en tepedekinden en alt sevidekine kadar sadece “kamu görevlileri”ne yükleyerek yolumuza devam ediyoruz, kendimizde (ve tabii halkta) hiçbir kusur görmüyoruz. Eğer, önce tek tek bireyler olarak bizler ve nihayet tüm toplum olarak akıl almayacak şekilde bozulmuş olmasaydık, ülkemiz acaba bugün böyle mi olurdu? Elbette, bizim dışımızda, dünyada meydana gelmekte olan değişimlerin etkilerini gözardı etmiyorum; ancak, bizim, yaklaşık şu son 35-40 yıllık dönemde, “insan yetiştirme” konusundaki yetersizliklerimiz, nedense kimsenin umurunda değildir. Gerek, “yaptığı işin en iyisini yapma” anlayışında ve gerekse, “vicdani ve insani nitelikler” bakımından donanımlı insanlar yetiştiremediğimiz çok açık. Peki, neden?   EĞİTİMİN DEJENERE EDİLMESİ 23-26 Haziran 1981 tarihlerinde toplanan 10. Milli Eğitim Şurası’nda, ağırlıklı olarak, “eğitim programları ve öğrenci akışını düzenleyen kurallar” görüşülmüştü. Bu Şura’da alınan kararlardan biri “Öğrenci akış kurallarının şûra kararları doğrultusunda düzenlenmesi (26 No’lu Karar)” şeklindedir. İşte bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir düzenleme ile, o dönemde 5 yıl olan ilkokul eğitiminde, ilk 3 yıl için “sınıf tekrarı (sınıfta kalma)” kaldırıldı! İşte bu şekilde başlayan süreç, bugün fiilen “lise bitimine kadar sınıf tekrarının kaldırılması”na dönüştü! Bu arada, sözde “zorunlu eğitim (4+4+4)” 12 yıla çıkarılmış olmasına rağmen, bu 12 yıllık sürede, doğru dürüst Türkçe okuma-yazmayı, çarpım tablosunu bilmeyen, okuduğunu anlayamayan çocukları üniversitelere gönderiyoruz.   BECERİKSİZ VE NİTELİKSİZ, AMA “DİPLOMALI” GENÇLER! Son yıllarda, özellikle yeni açılan kasaba üniversiteleri başta olmak üzere, Türkiye’de üniversite eğitiminde kalitenin düştüğünden şikayet ediyoruz; ancak, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olan ilk ve orta dereceli okullarda, üniversite eğitimini sürdürebilecek düzeyde öğrenci yetiştirip-yetiştiremediğimizi düşünmüyoruz. Yıllardır inatla sürdürülen, muhakeme kabiliyeti gerektirmeyen, “tahminden ibaret tercihlere yönelik merkezi sınavlar”a odaklanan öğrenciler ve veliler, doğal olarak “öğrenme ve düşünme” gerektiren eğitim faaliyetlerinden uzaklaşıyorlar. Bu nedenle, başta resim, müzik ve beden eğitimi olmak üzere, beceri, kültür ve davranış eğitimi dersleri, son 25-30 yıldır, okulların fiili müfredatlarından çıkmış gibidir. Doğru cevabın ne olduğunu bilmenin değil, tahmin etmenin önde olduğu sınavlarla üniversitelere doldurulan gençler, fakülte ve yüksek okullardaki dersleri kavramakta aciz kaldıklarından, üniversite hocaları da, dönem içi(vize) ve sonu(final) sınavları aynı sistemde yapmaya başladılar. Eğitim-öğretim çağlarında gittikleri okullarda ve üniversitelerde, kendilerine verilmekte olan sözde “diploma”ların gerektirdiği bilgi ve beceri düzeylerinde olmayan gençler, hayata tutunabilme konusunda ciddi zorluklar yaşamaktadırlar. Eğitim sisteminden kaynaklanan sebeplerle, eğitim çağlarını işe yarar hiçbir nitelik kazanmadan heba ettiğimiz gençlerimizi, sadece mesleki alanlarda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da çağın gerektirdiği düzeyde yetiştiremiyoruz.   GERİ KALMIŞ TOPLUMLAR VE DEMOKRASİ Kısaca bu sözünü ettiğimiz sistem içinden gelen ve gerçekte “para”dan başka değer ve ölçü tanımayan, geleneksel dini ve milli değerlerimizle alakası bulunmayan bu insanlar, artık bugün, toplumsal hayatımızda, çok büyük bir kesimini oluşturuyorlar! Yıllardır, demokrasinin, “herkesin oyunun eşit olduğu”, en basit (primitif) uygulamasına sahne olan Türkiye gibi ülkelerde, ülkeyi yönetecek siyasi kadrolar, kaçınılmaz olarak, toplumun bu en niteliksiz kesimleri tarafından belirlenmektedir. Batılı gelişmiş ülkelerde, herkesin oyunun eşit olmasından kaynaklanan sakıncalara karşı, başta “kuvvetler ayrılığı” olmak üzere ve bunun yansıra, ülkelerin imkanlarına ve şartlarına göre değişebilen ve ek tedbirler geliştirilmiştir. Maalesef Türkiye, 16 Nisan 2017 Anayasa referandumu ile, sadece kuvvetler ayrılığı ilkesinden vazgeçmekle kalmamış, devlete ait tüm erkleri tek bir kişinin eline teslim etmiştir.   TOPLUMDA, “MURAKABE VE MUHAKEME” KALMAMIŞSA Bu sistem içinde Türkiye’de siyaset de, hiçbir konuda kendi çıkarları dışında dertleri olmayan birtakım niteliksiz ve hırslı insanların cirit atıkları bir alan haline gelmiştir. Hemen her  konuda, “murakabe (inceleme, kontrol)” ve “muhakeme (düşünme yargıya varma)” yetenekleri son derece zayıflamış (ve hatta hiç kalmamış) olan insanlardan oluşan toplumlarda insanlar, kişisel “kısa vadeli ve çok küçük” çıkar hesaplarında öteye geçemezler. İşte böyle bir toplumsal yapının üzerine siyasi ve maddi rant tezgahlarını kurmuş olan Siyaset Baronları (ve onların mahalli Kahyaları), ülkemizin varlıklarını har vurup harman savurmaya devam edebiliyorlar. Murakabe ve muhakeme kabiliyetlerini yitirmiş olan toplumlarda, insanlar için, “bilme”ye değil (başta “din” olmak üzere), her konuda “inanma”ya dayalı davranışlar hakim olur. Ve maalesef Türkiye’de de yaşanmakta olduğu üzere, insanları kendilerine inandırmayı başaran birtakım ahlaksız ve vicdansızlar, ekonomi, din ve siyaset alanlarında, kendilerine özel saltanat düzenleri kurarlar.   İKİ KESİM: AŞIRI ZENGİNLER VE AŞIRI FAKİRLER Böyle toplumlarda, belli bir seviyede bilgiye (genel kültür) ve gelir düzeyine sahip “orta tabaka” eriyerek, çok az bir kısmı (meşru ya da gayrimeşru yollarla) zenginleşerek, üst tabakaya çıkarken, büyük bir bölümü fakirleşerek, “gündelik maişet” derdine düşer. Zaten, akıllarını kullanabilme ve organize olabilme kabiliyetleri kalmamış olan bu kesimin, kendi çabalarıyla, içinde debelendikleri durumdan ve ezilmekten kurtulmaları mümkün olmaz. Bu ise, ister siyaset baronu, ister ekonomi baronu olsun, toplumun üst kesimini teşkil edenlerin arayıp da bulamayacakları bir durumdur. Kısacası, toplum, ezilen “fakirler (%80-90 arası)” ve ezen “varlıklılar (%10-20 arası)” olmak üzere, iki kesimli hale gelir. Böyle bir toplumda, fakirlerde cehalet sebebiyle, varlıklarda ise maddi çıkar gereği, fanatizm (yobazlık) “en hakim etken” haline gelir. Gerek ekonomik sektörlerde ve gerekse siyasette, tüm faaliyet planlarını bu gerçeklik üzerine inşa eden işadamları ve siyasetçiler, kaçınılmaz olarak, birbirlerinin “yaşamsal ortaklar”ıdırlar! Bu durumdaki toplumlarda aydınlanma sürecinin başlatılması, imkansız derecede zordur.   ASIL SÜREÇ, 12 EYLÜL 1980 DARBESİ İLE BAŞLADI Türk toplumu (yeterli düzeyde olmasa da), 40-45 yıl önce sahip olduğu murakabe ve muhakeme kabiliyetini, 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü olan Turgut Özal’dan sonraki 20 yıl içinde büyük ölçüde kaybetmişti; şu son 20 yıl içinde de geriye kalanı kaybettiğinden, Türkiye bugün, büyük ölçüde, fanatizmin (yobazlığın) hakim olduğu bir ülke haline geldi. Gerek siyasette ve gerekse ekonomide, topluma hakim olan fanatizmi, son yıllarda hayli büyük bir beceri ile yönetenler, Türkiye’yi, tehlikeli bir ekonomik çıkmaza doğru sürüklemektedirler. Osmanlı devletinin son yüzyılında olduğu gibi, dışarıdan aldıkları, “toplam üretim kapasitemizle ödenmesi mümkün olmayacak ölçüde” borçlarla, tıpkı 1950’de iktidara gelen DP hükumetlerinin (Marshall Yardımı ve hesapsızca aldıkları dış borçlarla) yaptıkları gibi, şu iki yıl öncesine kadar, halka “yapay refah dönemi” yaşattılar. Ancak, şu son 20 yıldır (ülke dışarıya aşırı derecede borçlandırılarak), piyasaya pompalanan gereğinden fazla sıcak para ile, aşırı tüketime alıştırılan insanlar, bugün, %150’yi aşan enflasyon karşısında çaresizlik içindeler. Enflasyonun en önemli ve hatta tek gerçek sonucu, fakiri daha çok fakirleştirirken, zengini de daha çok zenginleştirmektir. Enflasyonun doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de de, nüfusun yaklaşık %80’ini teşkil eden fakir kesim batmaya, zenginler ise yükselmeye devam ediyorlar.   TARİH, İLGİNÇ BİR ŞEKİLDE TEKERRÜR MÜ EDECEK? Bu yıl yapılacak seçimlerden sonra iktidara gelecek olanlar,  eğer dışarıdan borç almaya (yani, ülkeyi batırmaya) devam etmezlerse, 1850 yılından beri aldığı dış borçları ödeyemeyeceğini bir moratoryumla (1875’te) ilan eden Osmanlı devletinde, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’le iktidara gelen İttihat ve Terakki’cilerin kaderine duçar olacaklar gibi görünüyor. İnşallah bu sefer, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletinin 1920’de Sevr’le sonuçlanan durumuna benzer bir akıbet yaşamaz! Bu arada, Cumhuriyet döneminde, 1958 yılında da DP hükümeti tarafından moratoryum ilan edildiğini ve akabinde de, 1960 darbesi olduğunu hatırlatmak isterim! Ve şimdi, tekrar en başa dönelim… TV muhabirine, “Annem karne hediyesi et aldı.” diyen o çocuk, ülkemizin geldiği içler acısı durumu, hiçbir izaha gerek kalmayacak derecede açık bir şekilde ifade etmiş! Bütün mesele, böylesine yürek kanatıcı gerçeği görmek, ya da görmemekte! Ne var ki, eğer halk bunu (ve buna benzer uyarıcı belirtileri) görmez ya da görmemekte inat ederse, hiçbir siyasetçinin umurunda olmaz. Çünkü onlar, bu tür acınası durumları, halka karşı “siyasi rant”larına göre kullanırlar ve işleri bitince de unuturlar! Maalesef, bu, hep böyle olmuştur! *** https://www.odatv4.com/guncel/annem-karne-hediyesi-et-aldi-267594
Ekleme Tarihi: 23 Ocak 2023 - Pazartesi

“ANNEM, KARNE HEDİYESİ ET ALDI!”

Geçtiğimiz Cuma günü, ilk ve orta dereceli okullarımızda “Karne Günü”ydü… 2022-23 Eğitim-Öğretim Yılı’nın ilk yarısı tamamlandı. Gerek radyo, TV ve gazeteler gibi konvansiyonel medya organlarında ve gerekse, internetteki sosyal medya mecralarında, karne ve eğitim konulu haberler ve paylaşımlar yoğunluktaydı. İşte bu haberlerden bir tanesi (Yazının en sonundaki linkten, HaberTürk TV’deki o haberi izleyebilirsiniz) o Cuma, akşam haberlerindeki bir cümle, bu haftaki yazımızı başlığı oldu.

Sizi bilmem, ama, ben hala o cümleye takılıp kalmış durumdayım: “Annem, karne hediyesi et aldı.” ve görüntüde, arkadan kasap, bir paket uzatıyor o çocuğa: “Üç kalem pirzola!” Ve biz, “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” diyen bir peygamberin ümmeti olarak, utanmadan ve sıkılmadan, Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz ve çevremize, dindarlık tafraları satıyoruz, öyle mi?

 

ASIL HATA VE KUSUR KİMDE?

Gündelik hayatımızda karşılaştığımız ya da yaşadığımız her olumsuzlukta, kabahati sürekli olarak, en tepedekinden en alt sevidekine kadar sadece “kamu görevlileri”ne yükleyerek yolumuza devam ediyoruz, kendimizde (ve tabii halkta) hiçbir kusur görmüyoruz. Eğer, önce tek tek bireyler olarak bizler ve nihayet tüm toplum olarak akıl almayacak şekilde bozulmuş olmasaydık, ülkemiz acaba bugün böyle mi olurdu?

Elbette, bizim dışımızda, dünyada meydana gelmekte olan değişimlerin etkilerini gözardı etmiyorum; ancak, bizim, yaklaşık şu son 35-40 yıllık dönemde, “insan yetiştirme” konusundaki yetersizliklerimiz, nedense kimsenin umurunda değildir. Gerek, “yaptığı işin en iyisini yapma” anlayışında ve gerekse, “vicdani ve insani nitelikler” bakımından donanımlı insanlar yetiştiremediğimiz çok açık. Peki, neden?

 

EĞİTİMİN DEJENERE EDİLMESİ

23-26 Haziran 1981 tarihlerinde toplanan 10. Milli Eğitim Şurası’nda, ağırlıklı olarak, “eğitim programları ve öğrenci akışını düzenleyen kurallar” görüşülmüştü. Bu Şura’da alınan kararlardan biri “Öğrenci akış kurallarının şûra kararları doğrultusunda düzenlenmesi (26 No’lu Karar)” şeklindedir. İşte bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir düzenleme ile, o dönemde 5 yıl olan ilkokul eğitiminde, ilk 3 yıl için “sınıf tekrarı (sınıfta kalma)” kaldırıldı! İşte bu şekilde başlayan süreç, bugün fiilen “lise bitimine kadar sınıf tekrarının kaldırılması”na dönüştü! Bu arada, sözde “zorunlu eğitim (4+4+4)” 12 yıla çıkarılmış olmasına rağmen, bu 12 yıllık sürede, doğru dürüst Türkçe okuma-yazmayı, çarpım tablosunu bilmeyen, okuduğunu anlayamayan çocukları üniversitelere gönderiyoruz.

 

BECERİKSİZ VE NİTELİKSİZ, AMA “DİPLOMALI” GENÇLER!

Son yıllarda, özellikle yeni açılan kasaba üniversiteleri başta olmak üzere, Türkiye’de üniversite eğitiminde kalitenin düştüğünden şikayet ediyoruz; ancak, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olan ilk ve orta dereceli okullarda, üniversite eğitimini sürdürebilecek düzeyde öğrenci yetiştirip-yetiştiremediğimizi düşünmüyoruz. Yıllardır inatla sürdürülen, muhakeme kabiliyeti gerektirmeyen, “tahminden ibaret tercihlere yönelik merkezi sınavlar”a odaklanan öğrenciler ve veliler, doğal olarak “öğrenme ve düşünme” gerektiren eğitim faaliyetlerinden uzaklaşıyorlar. Bu nedenle, başta resim, müzik ve beden eğitimi olmak üzere, beceri, kültür ve davranış eğitimi dersleri, son 25-30 yıldır, okulların fiili müfredatlarından çıkmış gibidir. Doğru cevabın ne olduğunu bilmenin değil, tahmin etmenin önde olduğu sınavlarla üniversitelere doldurulan gençler, fakülte ve yüksek okullardaki dersleri kavramakta aciz kaldıklarından, üniversite hocaları da, dönem içi(vize) ve sonu(final) sınavları aynı sistemde yapmaya başladılar.

Eğitim-öğretim çağlarında gittikleri okullarda ve üniversitelerde, kendilerine verilmekte olan sözde “diploma”ların gerektirdiği bilgi ve beceri düzeylerinde olmayan gençler, hayata tutunabilme konusunda ciddi zorluklar yaşamaktadırlar. Eğitim sisteminden kaynaklanan sebeplerle, eğitim çağlarını işe yarar hiçbir nitelik kazanmadan heba ettiğimiz gençlerimizi, sadece mesleki alanlarda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da çağın gerektirdiği düzeyde yetiştiremiyoruz.

 

GERİ KALMIŞ TOPLUMLAR VE DEMOKRASİ

Kısaca bu sözünü ettiğimiz sistem içinden gelen ve gerçekte “para”dan başka değer ve ölçü tanımayan, geleneksel dini ve milli değerlerimizle alakası bulunmayan bu insanlar, artık bugün, toplumsal hayatımızda, çok büyük bir kesimini oluşturuyorlar!

Yıllardır, demokrasinin, “herkesin oyunun eşit olduğu”, en basit (primitif) uygulamasına sahne olan Türkiye gibi ülkelerde, ülkeyi yönetecek siyasi kadrolar, kaçınılmaz olarak, toplumun bu en niteliksiz kesimleri tarafından belirlenmektedir. Batılı gelişmiş ülkelerde, herkesin oyunun eşit olmasından kaynaklanan sakıncalara karşı, başta “kuvvetler ayrılığı” olmak üzere ve bunun yansıra, ülkelerin imkanlarına ve şartlarına göre değişebilen ve ek tedbirler geliştirilmiştir. Maalesef Türkiye, 16 Nisan 2017 Anayasa referandumu ile, sadece kuvvetler ayrılığı ilkesinden vazgeçmekle kalmamış, devlete ait tüm erkleri tek bir kişinin eline teslim etmiştir.

 

TOPLUMDA, “MURAKABE VE MUHAKEME” KALMAMIŞSA

Bu sistem içinde Türkiye’de siyaset de, hiçbir konuda kendi çıkarları dışında dertleri olmayan birtakım niteliksiz ve hırslı insanların cirit atıkları bir alan haline gelmiştir. Hemen her  konuda, “murakabe (inceleme, kontrol)” ve “muhakeme (düşünme yargıya varma)” yetenekleri son derece zayıflamış (ve hatta hiç kalmamış) olan insanlardan oluşan toplumlarda insanlar, kişisel “kısa vadeli ve çok küçük” çıkar hesaplarında öteye geçemezler. İşte böyle bir toplumsal yapının üzerine siyasi ve maddi rant tezgahlarını kurmuş olan Siyaset Baronları (ve onların mahalli Kahyaları), ülkemizin varlıklarını har vurup harman savurmaya devam edebiliyorlar.

Murakabe ve muhakeme kabiliyetlerini yitirmiş olan toplumlarda, insanlar için, “bilme”ye değil (başta “din” olmak üzere), her konuda “inanma”ya dayalı davranışlar hakim olur. Ve maalesef Türkiye’de de yaşanmakta olduğu üzere, insanları kendilerine inandırmayı başaran birtakım ahlaksız ve vicdansızlar, ekonomi, din ve siyaset alanlarında, kendilerine özel saltanat düzenleri kurarlar.

 

İKİ KESİM: AŞIRI ZENGİNLER VE AŞIRI FAKİRLER

Böyle toplumlarda, belli bir seviyede bilgiye (genel kültür) ve gelir düzeyine sahip “orta tabaka” eriyerek, çok az bir kısmı (meşru ya da gayrimeşru yollarla) zenginleşerek, üst tabakaya çıkarken, büyük bir bölümü fakirleşerek, “gündelik maişet” derdine düşer. Zaten, akıllarını kullanabilme ve organize olabilme kabiliyetleri kalmamış olan bu kesimin, kendi çabalarıyla, içinde debelendikleri durumdan ve ezilmekten kurtulmaları mümkün olmaz. Bu ise, ister siyaset baronu, ister ekonomi baronu olsun, toplumun üst kesimini teşkil edenlerin arayıp da bulamayacakları bir durumdur.

Kısacası, toplum, ezilen “fakirler (%80-90 arası)” ve ezen “varlıklılar (%10-20 arası)” olmak üzere, iki kesimli hale gelir. Böyle bir toplumda, fakirlerde cehalet sebebiyle, varlıklarda ise maddi çıkar gereği, fanatizm (yobazlık)en hakim etken” haline gelir. Gerek ekonomik sektörlerde ve gerekse siyasette, tüm faaliyet planlarını bu gerçeklik üzerine inşa eden işadamları ve siyasetçiler, kaçınılmaz olarak, birbirlerinin “yaşamsal ortaklar”ıdırlar! Bu durumdaki toplumlarda aydınlanma sürecinin başlatılması, imkansız derecede zordur.

 

ASIL SÜREÇ, 12 EYLÜL 1980 DARBESİ İLE BAŞLADI

Türk toplumu (yeterli düzeyde olmasa da), 40-45 yıl önce sahip olduğu murakabe ve muhakeme kabiliyetini, 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü olan Turgut Özal’dan sonraki 20 yıl içinde büyük ölçüde kaybetmişti; şu son 20 yıl içinde de geriye kalanı kaybettiğinden, Türkiye bugün, büyük ölçüde, fanatizmin (yobazlığın) hakim olduğu bir ülke haline geldi.

Gerek siyasette ve gerekse ekonomide, topluma hakim olan fanatizmi, son yıllarda hayli büyük bir beceri ile yönetenler, Türkiye’yi, tehlikeli bir ekonomik çıkmaza doğru sürüklemektedirler. Osmanlı devletinin son yüzyılında olduğu gibi, dışarıdan aldıkları, “toplam üretim kapasitemizle ödenmesi mümkün olmayacak ölçüde” borçlarla, tıpkı 1950’de iktidara gelen DP hükumetlerinin (Marshall Yardımı ve hesapsızca aldıkları dış borçlarla) yaptıkları gibi, şu iki yıl öncesine kadar, halka “yapay refah dönemi” yaşattılar.

Ancak, şu son 20 yıldır (ülke dışarıya aşırı derecede borçlandırılarak), piyasaya pompalanan gereğinden fazla sıcak para ile, aşırı tüketime alıştırılan insanlar, bugün, %150’yi aşan enflasyon karşısında çaresizlik içindeler. Enflasyonun en önemli ve hatta tek gerçek sonucu, fakiri daha çok fakirleştirirken, zengini de daha çok zenginleştirmektir. Enflasyonun doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de de, nüfusun yaklaşık %80’ini teşkil eden fakir kesim batmaya, zenginler ise yükselmeye devam ediyorlar.

 

TARİH, İLGİNÇ BİR ŞEKİLDE TEKERRÜR MÜ EDECEK?

Bu yıl yapılacak seçimlerden sonra iktidara gelecek olanlar,  eğer dışarıdan borç almaya (yani, ülkeyi batırmaya) devam etmezlerse, 1850 yılından beri aldığı dış borçları ödeyemeyeceğini bir moratoryumla (1875’te) ilan eden Osmanlı devletinde, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’le iktidara gelen İttihat ve Terakki’cilerin kaderine duçar olacaklar gibi görünüyor. İnşallah bu sefer, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletinin 1920’de Sevr’le sonuçlanan durumuna benzer bir akıbet yaşamaz! Bu arada, Cumhuriyet döneminde, 1958 yılında da DP hükümeti tarafından moratoryum ilan edildiğini ve akabinde de, 1960 darbesi olduğunu hatırlatmak isterim!

Ve şimdi, tekrar en başa dönelim… TV muhabirine, “Annem karne hediyesi et aldı.” diyen o çocuk, ülkemizin geldiği içler acısı durumu, hiçbir izaha gerek kalmayacak derecede açık bir şekilde ifade etmiş! Bütün mesele, böylesine yürek kanatıcı gerçeği görmek, ya da görmemekte! Ne var ki, eğer halk bunu (ve buna benzer uyarıcı belirtileri) görmez ya da görmemekte inat ederse, hiçbir siyasetçinin umurunda olmaz. Çünkü onlar, bu tür acınası durumları, halka karşı “siyasi rant”larına göre kullanırlar ve işleri bitince de unuturlar! Maalesef, bu, hep böyle olmuştur!

***

https://www.odatv4.com/guncel/annem-karne-hediyesi-et-aldi-267594

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.