deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

ADAM ÖVERKEN, ÖNCEKİ HAKARETİNİ DE HATIRLATIYOR?!.

ABD Başkanlığı’na ikinci kez seçilen Donald Trump’ın, Erdoğan’la ilgili, diplomatik ölçüleri aşan (ve her seferinde, 2018’deki Rahip Brunson olayına vurgu yaptığı) övgülerini ve güzellemelerini nasıl anlamamız ve nasıl yorumlamamız lazım? Hatırlanacağı üzere, o günlerde Trump, Erdoğan’a, “Türkiye ekonomisini mahvetmenin sorumluluğunu üstlenmek istemem.” diye tehdit ettiği ve “Kabadayılık taslama. Aptal olma! (Don't be a tough guy. Don’t be a fool!)” ifadeleri ile biten, sokak ağzı ile yazılmış resmî bir mektup da göndermiş ve hemen her konuda mutlaka konuşan Erdoğan, bu mektuba hiçbir cevap vermediği gibi, tamamen susmayı tercih etmişti (*). Neticede, “Bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson’ı) alamazsınız!” diye ekranlarda güya ABD’ye karşı palavralar savuran Erdoğan, o mektuptan sonra Rahip Brunson’ı, kendisini almaya gelen özel uçakla, Atatürk Havalimanı’ndan yolcu etmişti… İşin kötüsü, Brunson’u verme karşılığında, ABD’den Fethullah Gülen’i istemişti, ama onu alamadı (**)! Ama Trump, hiçbir diplomatik nezaket kuralına uymayacak üslupta yazdığı bu mektubu, daha sonra, kendi barında sergileyerek, oraya gelen herkese göstermeye devam ediyor! Bu manzara karşısında, Trump’ın bu günlerdeki, hayli abartılı Erdoğan övgülerinin gerçek anlamı ne olabilir?   ASIL MESELE BOP VE KANAL İSTANBUL Burada, bugüne kadar, hiç kimsenin dile getirmediği bir hususa, “Trump’ın Erdoğan övgüleri” ile Erdoğan’ın başlattığı “İmamoğlu olayı” arasında bir ilişkinin olup olmayacağını düşünmemiz gerektiğini ifade etmek isterim. Sözü, Erdoğan’ın, ABD, İngiltere ve İsrail’in ortak projesi olduğu artık herkes tarafından bilinmekte olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) Eşbaşkanı olduğunu hatırlatarak, konuyu, BOP kapsamında yer alan “Kanal İstanbul” projesine getirmek istiyorum. Ortadoğu’da, 22 ülkenin sınırlarını ve siyasi rejimlerini değiştirmeyi hedef alan BOP için, Kanal İstanbul, vazgeçilemeyecek derecede önemli bir projedir. Çünkü, Türkiye’nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki “egemenlik hakkı ve yabancı gemi trafiği”, 20 Temmuz 1936 tarihinde İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanan (ve İtalya’nın da 02 Mayıs 1938 tarihinde katıldığı) Montrö Sözleşmesi’ne göre, uluslararası bir mutabakatla düzenleniyor. BOP’la bu Montrö Sözleşmesi’nin bertaraf edilmesi mümkün olamayacağından, boğazlarla ilgili olarak, BOP’un sahiplerinin amaçlarına uygun bir düzenlemenin yapılabilmesi için, yeni bir yolun bulunması zorunlu görünüyor. İşte bu sebeple, Kanal İstanbul aslında, “Montrö Sözleşmesi’ni etkisiz kılma” projesidir. Bilindiği üzere, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı (oyunu rekor düzeyde arttırarak), ikince kez kazanan Ekrem İmamoğlu, Kanal İstanbul projesine şiddetle karşı olduğunu, en başından bu yana, her vesile ile ifade ediyor. Geçen yıl 31 Mart’ta yapılan Mahalli İdareler Seçimi’nden sonra, tüm siyasi araştırma ve anket şirketleri, İmamoğlu’nu, “en güçlü Cumhurbaşkanı adayı” olarak ilan ediyorlar. Bu anketlerin kahır ekseriyetinde, Mansur Yavaş ikinci sırada, Erdoğan ise üçüncü sırada gösteriliyor. Bu durumun, muhtemelen kendi anket şirketleri tarafından da teyit edilmesi, Erdoğan’ı çileden çıkarmış olmalı. Zamanında, ya da erken yapılacak seçimde, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı olması durumunda, Kanal İstanbul projesinin, tarihin tozlu raflarına kaldırılacağı gayet açıktır. Bu ise, 2002’de AK Parti’yi kurduran ve Türkiye’de iktidara taşıyan (ve orada tutmaya devam eden) güçler için, telafisi imkansız bir fiyasko demektir. O nedenle, her ikisi de CHP’li olan, önce Ekrem İmamoğlu’nun ve sonra da Mansur Yavaş (çünkü, o da Kanal İstanbul’a karşı) faktörlerinin ortadan kaldırılmaları gerekiyor…   MEVCUT DURUMU, KENDİLERİ İÇİN “FIRSAT” OLARAK GÖRENLER! Elbette, İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlatılan siyasi sürecin, haftalardır ülke gündemini meşgul eden, bilinen-bilinmeyen pek çok başka nedenleri de vardır; ancak ben şahsen, asıl sebebin, Kanal İstanbul projesi ve bu proje bağlamında ortaya çıkan, irili-ufaklı başka işlerin olduğu kanaatindeyim. Bu açıdan bakıldığında, İmamoğlu her ne pahasına olursa olsun (tıpkı, Selahattin Demirtaş örneğinde olduğu gibi), siyaset sahnesinden indirilecek ve etkisiz hale getirilecektir. İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden bu yana, CHP ve destek veren kesimler tarafından ortaya konan toplumsal tepkiler ise, iktidarın bu girişimini engelleyebilecek düzeyde değildir. CHP siyasetinin, bu konuda başarılı olabileceğine dair ümitler, hiç de güçlü değildir. Çünkü, İmamoğlu’nun iktidar tarafından bertaraf edilmesi ile CHP’de meydana gelecek siyasi boşluğu, kendileri için “bulunmaz fırsat” olarak değerlendirenler hiç de az değil. Nitekim, 06 Nisan 2025 tarihinde gerçekleştirilen, CHP’nin Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı’nın, Özgür Özel için de benzer bir fırsat adımı olduğu yönünde, pek çok değerlendirme yapılıyor. Gönül arzu etmiyor (ve inşallah biz yanılırız) ama, İmamoğlu’nu, artık “siyaset yapabileceği hiçbir imkan kalmayıncaya kadar” uzun sürecek, bir cezaevi hayatı bekliyor. Şu anda pek öyle güçlü bir ihtimal olarak görünmese de, İmamoğlu, cezaevinden bir Nelson Mandela gibi de çıkabilir ki, bunu da zaman gösterecek.   HALKIN, ADALETE OLAN GÜVENİ YOK EDİLİYOR! Tüm bu hususlar açısından meseleye bakıldığında, İmamoğlu’nun tutuklanmasının, savcının iddianamesinde belirtilen ve iktidar cenahının (ve özellikle de yandaş medyanın) ileri sürdüğü yolsuzluklarla ve terörle filan hiçbir alakasının olmadığı gayet açıktır. İktidar lehine sonuç verme ihtimali bulunan konularda kılını kıpırdatmayan yargı mensupları, iktidar için sıkıntı oluşturabilecek konularda, adeta kuzgun kesiliyorlar. Tüm bunlar, halkın gözlerinin önünde cereyan ediyor. Yargının bu tür yanlı tutumu, istisna kabilinden az sayıda söz konusu olsaydı, halkın adalet mekanizmasına olan güveni etkilenmeyebilirdi. Ancak, adliyeye intikal eden her olayda, yargı mensuplarının, “hiçbir yerden talimat almaksızın, bağımsız bir şekilde” işlem yapmadıklarını ve (kendilerinin bizzat tanığı oldukları olaylarda) sürekli olarak, belli bazı talimatlar doğrultusunda hareket ettiklerini gören insanların sayısı toplumda çoğaldığında, yargıya olan güven yer ile yeksan olur ki, bu gidişin sonuçlarının ne derece ağır olacağı, bilinmeyen bir şey değildir. Bu bakımdan, Türkiye’deki gidişat, fevkalade endişe verici boyutlara gelmiştir.   ÜLKE BORÇ BATAĞINDA, AMA KENDİLERİ ZENGİNLEŞİYOR! AK Parti’nin, ilk iktidara geldiği (kendi konumunu güçlendirmeye çalıştığı ilk birkaç yıldan sonra) ilk birkaç yıldan sonra girdiği yolun, artık bir dönüşünün olmadığını, nedense kimse görmek istemiyor! Çünkü, bu gidişten nemalananlar, halkın, ülkemizin içinde bulunduğu gerçek durumu, doğru bir şekilde değerlendirmesini, medya ve yargı güçlerini kullanarak engelliyorlar. AK Parti siyasetinin en önemli güç kaynağı, “dışarıdan alınmakta olan borçlar”dır. Türkiye, halihazırdaki iç üretim kapasitesi ile, dışarıdan böylesine ağır şartlarla alınmış olan borçların taksitlerini ödeyebilecek durumda değildir. Benzer bir durum, daha önce de, Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında yaşanmış ve nihayetinde, devlet yıkılmış ve borçlarının büyük bir kısmı (bugünkü parayla, 465 milyar Dolar), yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir. Bugün ülkemizi, dünyada geçerli olan ortalama faizlerin çok üzerinde faizlerle ve olabildiğince ağır şartlarla borçlandıranların (tıpkı, vaktiyle Osmanlı Devleti’ni borçlandıranların da şahsi kayıpları olmadığı gibi), bu işten hiçbir şahsi kayıpları yoktur… Aksine, alınan borçların harcanması sırasında zimmetlerine geçirdikleri paralarla, mallarla ve mülklerle abad oluyorlar. İşte, siyasete ilk girdiği yıllarda, halka “tek varlığı” olarak bir “yüzük” göstererek, “Eğer yarın benim de başkaları gibi zengin olduğumu görürseniz, bilin ki ben de çalmışımdır.” diyen adam, bugün “dünyanın en zengin devlet başkanı” olarak, yıllardır ülkede baş tacı ediliyor…   ASIL SORUNUMUZ, GERÇEK BİR MUHALEFETİN OLMAYIŞIDIR! Başta siyasiler olmak üzere, sözde “muhalefet” yapmakta olan kesimlerin, kime ve neye muhalif olduklarını anlayan beri gelsin! 20 yıl önce ayaklarında giyecek ayakkabıları bile olmayan, iktidar cenahındaki bunca insanın, hiçbir hesaba sığmayan bugünkü varlıklarını sorgulamayan göstermelik muhalefet davranışları ile ülke bunların elinden kurtarılamaz! Halkın, bir şekilde bunu anlaması ve siyasilere karşı olan tutumunu değiştirmesi gerekiyor. Ne yazık ki, halkın bu tutum değişikliğini kendiliğinden yapması beklenemez. Görünen o ki, henüz bardak dolmamıştır, o nedenle, içine ne kadar büyük damlalar damlamış olsa da taşmayacaktır. Ama, bardak dolduğunda, öncekilere kıyasla çok daha küçük olan o “son damla” sebebiyle bardak taşar ve işte, 2002’den bu yana yaşanan sürecin tüm bedeli o zaman, topyekun ülke tarafından ödenir… Bardak taştığında, bu vahim gidişatın mimarları ve bilinen aktörleri, elbette canlarını ve mallarını kurtarmak için, akla-hayale gelmeyecek davranışlar sergileyeceklerdir. Ama, bardak taştıktan sonra ülkemizde nelerin yaşanabileceğini bugünden öngörmek hiç de zor değildir. Yakın tarihte, bunun sayısız örnekleri hatırlardadır.   ADAM ÖVÜYOR, AMA ÖNCEKİ HAKARETİNİ DE HATIRLATIYOR! Bugün Türkiye’ye dışarıdan bakıldığında, herkesin rahatlıkla görmekte olduğu; ama, içeride yaşayanlar olarak, “bizim pek farkına varmadığımız, farkına varsak da üzerinde durmadığımız, uluslararası şartları aleyhimize kullanmakta olan güçlerin içimizdeki işbirlikçileri ile, millet olarak canciğer kuzu sarması hallerimiz” devam ettikçe, görünür vadede, bu ülkenin selamete çıkması beklenemez… Güya bağımsız olduğu iddia edilen bir devleti yöneten, rakip (ve hatta düşman) olan bir başka ülkenin başkanının dünkü azarlanmasını sineye çeken ve sesini çıkarmayan biri, bugün, aynı kişinin kendisine yönelik abartılı (ve hiçbir gerçekliği bulunmayan) övgülerini, iç siyasette bir prestij malzemesi olarak kullanabiliyor. İşin garibi, adam övgülerini ifade ederken, sürekli olarak, daha önceki o “azarlama olayı”na da atıf yapıyor. Böyle aptalca bir durum karşısında, ülke içinde, aklı başında yorum yapan, Trump’ın bugünkü övgülerinin palavra olduğunu halka anlatmaya çalışan hiç kimse yok! Muhalefet eğer bunu da yapmayacaksa, Allah aşkına ne iş yapacak bu ülkede? ____________   (*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dosya:Letter_from_Donald_Trump_to_Recep_Tayyip_Erdo%C4%9Fan.jpg (**) https://www.youtube.com/watch?v=PJfnXrcYJJI ------------------
Ekleme Tarihi: 14 April 2025 - Monday

ADAM ÖVERKEN, ÖNCEKİ HAKARETİNİ DE HATIRLATIYOR?!.

ABD Başkanlığı’na ikinci kez seçilen Donald Trump’ın, Erdoğan’la ilgili, diplomatik ölçüleri aşan (ve her seferinde, 2018’deki Rahip Brunson olayına vurgu yaptığı) övgülerini ve güzellemelerini nasıl anlamamız ve nasıl yorumlamamız lazım? Hatırlanacağı üzere, o günlerde Trump, Erdoğan’a, “Türkiye ekonomisini mahvetmenin sorumluluğunu üstlenmek istemem.” diye tehdit ettiği ve “Kabadayılık taslama. Aptal olma! (Don't be a tough guy. Don’t be a fool!)” ifadeleri ile biten, sokak ağzı ile yazılmış resmî bir mektup da göndermiş ve hemen her konuda mutlaka konuşan Erdoğan, bu mektuba hiçbir cevap vermediği gibi, tamamen susmayı tercih etmişti (*).

Neticede, “Bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson’ı) alamazsınız!” diye ekranlarda güya ABD’ye karşı palavralar savuran Erdoğan, o mektuptan sonra Rahip Brunson’ı, kendisini almaya gelen özel uçakla, Atatürk Havalimanı’ndan yolcu etmişti… İşin kötüsü, Brunson’u verme karşılığında, ABD’den Fethullah Gülen’i istemişti, ama onu alamadı (**)!

Ama Trump, hiçbir diplomatik nezaket kuralına uymayacak üslupta yazdığı bu mektubu, daha sonra, kendi barında sergileyerek, oraya gelen herkese göstermeye devam ediyor! Bu manzara karşısında, Trump’ın bu günlerdeki, hayli abartılı Erdoğan övgülerinin gerçek anlamı ne olabilir?

 

ASIL MESELE BOP VE KANAL İSTANBUL

Burada, bugüne kadar, hiç kimsenin dile getirmediği bir hususa, “Trump’ın Erdoğan övgüleri” ile Erdoğan’ın başlattığı “İmamoğlu olayı” arasında bir ilişkinin olup olmayacağını düşünmemiz gerektiğini ifade etmek isterim. Sözü, Erdoğan’ın, ABD, İngiltere ve İsrail’in ortak projesi olduğu artık herkes tarafından bilinmekte olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) Eşbaşkanı olduğunu hatırlatarak, konuyu, BOP kapsamında yer alan “Kanal İstanbul” projesine getirmek istiyorum.

Ortadoğu’da, 22 ülkenin sınırlarını ve siyasi rejimlerini değiştirmeyi hedef alan BOP için, Kanal İstanbul, vazgeçilemeyecek derecede önemli bir projedir. Çünkü, Türkiye’nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki “egemenlik hakkı ve yabancı gemi trafiği”, 20 Temmuz 1936 tarihinde İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanan (ve İtalya’nın da 02 Mayıs 1938 tarihinde katıldığı) Montrö Sözleşmesi’ne göre, uluslararası bir mutabakatla düzenleniyor. BOP’la bu Montrö Sözleşmesi’nin bertaraf edilmesi mümkün olamayacağından, boğazlarla ilgili olarak, BOP’un sahiplerinin amaçlarına uygun bir düzenlemenin yapılabilmesi için, yeni bir yolun bulunması zorunlu görünüyor. İşte bu sebeple, Kanal İstanbul aslında, “Montrö Sözleşmesi’ni etkisiz kılma” projesidir.

Bilindiği üzere, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı (oyunu rekor düzeyde arttırarak), ikince kez kazanan Ekrem İmamoğlu, Kanal İstanbul projesine şiddetle karşı olduğunu, en başından bu yana, her vesile ile ifade ediyor. Geçen yıl 31 Mart’ta yapılan Mahalli İdareler Seçimi’nden sonra, tüm siyasi araştırma ve anket şirketleri, İmamoğlu’nu, “en güçlü Cumhurbaşkanı adayı” olarak ilan ediyorlar. Bu anketlerin kahır ekseriyetinde, Mansur Yavaş ikinci sırada, Erdoğan ise üçüncü sırada gösteriliyor. Bu durumun, muhtemelen kendi anket şirketleri tarafından da teyit edilmesi, Erdoğan’ı çileden çıkarmış olmalı. Zamanında, ya da erken yapılacak seçimde, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı olması durumunda, Kanal İstanbul projesinin, tarihin tozlu raflarına kaldırılacağı gayet açıktır. Bu ise, 2002’de AK Parti’yi kurduran ve Türkiye’de iktidara taşıyan (ve orada tutmaya devam eden) güçler için, telafisi imkansız bir fiyasko demektir. O nedenle, her ikisi de CHP’li olan, önce Ekrem İmamoğlu’nun ve sonra da Mansur Yavaş (çünkü, o da Kanal İstanbul’a karşı) faktörlerinin ortadan kaldırılmaları gerekiyor…

 

MEVCUT DURUMU, KENDİLERİ İÇİN “FIRSAT” OLARAK GÖRENLER!

Elbette, İmamoğlu’nun tutuklanması ile başlatılan siyasi sürecin, haftalardır ülke gündemini meşgul eden, bilinen-bilinmeyen pek çok başka nedenleri de vardır; ancak ben şahsen, asıl sebebin, Kanal İstanbul projesi ve bu proje bağlamında ortaya çıkan, irili-ufaklı başka işlerin olduğu kanaatindeyim. Bu açıdan bakıldığında, İmamoğlu her ne pahasına olursa olsun (tıpkı, Selahattin Demirtaş örneğinde olduğu gibi), siyaset sahnesinden indirilecek ve etkisiz hale getirilecektir. İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden bu yana, CHP ve destek veren kesimler tarafından ortaya konan toplumsal tepkiler ise, iktidarın bu girişimini engelleyebilecek düzeyde değildir.

CHP siyasetinin, bu konuda başarılı olabileceğine dair ümitler, hiç de güçlü değildir. Çünkü, İmamoğlu’nun iktidar tarafından bertaraf edilmesi ile CHP’de meydana gelecek siyasi boşluğu, kendileri için “bulunmaz fırsat” olarak değerlendirenler hiç de az değil. Nitekim, 06 Nisan 2025 tarihinde gerçekleştirilen, CHP’nin Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı’nın, Özgür Özel için de benzer bir fırsat adımı olduğu yönünde, pek çok değerlendirme yapılıyor.

Gönül arzu etmiyor (ve inşallah biz yanılırız) ama, İmamoğlu’nu, artık “siyaset yapabileceği hiçbir imkan kalmayıncaya kadar” uzun sürecek, bir cezaevi hayatı bekliyor. Şu anda pek öyle güçlü bir ihtimal olarak görünmese de, İmamoğlu, cezaevinden bir Nelson Mandela gibi de çıkabilir ki, bunu da zaman gösterecek.

 

HALKIN, ADALETE OLAN GÜVENİ YOK EDİLİYOR!

Tüm bu hususlar açısından meseleye bakıldığında, İmamoğlu’nun tutuklanmasının, savcının iddianamesinde belirtilen ve iktidar cenahının (ve özellikle de yandaş medyanın) ileri sürdüğü yolsuzluklarla ve terörle filan hiçbir alakasının olmadığı gayet açıktır. İktidar lehine sonuç verme ihtimali bulunan konularda kılını kıpırdatmayan yargı mensupları, iktidar için sıkıntı oluşturabilecek konularda, adeta kuzgun kesiliyorlar. Tüm bunlar, halkın gözlerinin önünde cereyan ediyor. Yargının bu tür yanlı tutumu, istisna kabilinden az sayıda söz konusu olsaydı, halkın adalet mekanizmasına olan güveni etkilenmeyebilirdi.

Ancak, adliyeye intikal eden her olayda, yargı mensuplarının, “hiçbir yerden talimat almaksızın, bağımsız bir şekilde” işlem yapmadıklarını ve (kendilerinin bizzat tanığı oldukları olaylarda) sürekli olarak, belli bazı talimatlar doğrultusunda hareket ettiklerini gören insanların sayısı toplumda çoğaldığında, yargıya olan güven yer ile yeksan olur ki, bu gidişin sonuçlarının ne derece ağır olacağı, bilinmeyen bir şey değildir. Bu bakımdan, Türkiye’deki gidişat, fevkalade endişe verici boyutlara gelmiştir.

 

ÜLKE BORÇ BATAĞINDA, AMA KENDİLERİ ZENGİNLEŞİYOR!

AK Parti’nin, ilk iktidara geldiği (kendi konumunu güçlendirmeye çalıştığı ilk birkaç yıldan sonra) ilk birkaç yıldan sonra girdiği yolun, artık bir dönüşünün olmadığını, nedense kimse görmek istemiyor! Çünkü, bu gidişten nemalananlar, halkın, ülkemizin içinde bulunduğu gerçek durumu, doğru bir şekilde değerlendirmesini, medya ve yargı güçlerini kullanarak engelliyorlar.

AK Parti siyasetinin en önemli güç kaynağı, “dışarıdan alınmakta olan borçlar”dır. Türkiye, halihazırdaki iç üretim kapasitesi ile, dışarıdan böylesine ağır şartlarla alınmış olan borçların taksitlerini ödeyebilecek durumda değildir. Benzer bir durum, daha önce de, Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında yaşanmış ve nihayetinde, devlet yıkılmış ve borçlarının büyük bir kısmı (bugünkü parayla, 465 milyar Dolar), yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir.

Bugün ülkemizi, dünyada geçerli olan ortalama faizlerin çok üzerinde faizlerle ve olabildiğince ağır şartlarla borçlandıranların (tıpkı, vaktiyle Osmanlı Devleti’ni borçlandıranların da şahsi kayıpları olmadığı gibi), bu işten hiçbir şahsi kayıpları yoktur… Aksine, alınan borçların harcanması sırasında zimmetlerine geçirdikleri paralarla, mallarla ve mülklerle abad oluyorlar. İşte, siyasete ilk girdiği yıllarda, halka “tek varlığı” olarak bir “yüzük” göstererek, “Eğer yarın benim de başkaları gibi zengin olduğumu görürseniz, bilin ki ben de çalmışımdır.” diyen adam, bugün “dünyanın en zengin devlet başkanı” olarak, yıllardır ülkede baş tacı ediliyor…

 

ASIL SORUNUMUZ, GERÇEK BİR MUHALEFETİN OLMAYIŞIDIR!

Başta siyasiler olmak üzere, sözde “muhalefet” yapmakta olan kesimlerin, kime ve neye muhalif olduklarını anlayan beri gelsin! 20 yıl önce ayaklarında giyecek ayakkabıları bile olmayan, iktidar cenahındaki bunca insanın, hiçbir hesaba sığmayan bugünkü varlıklarını sorgulamayan göstermelik muhalefet davranışları ile ülke bunların elinden kurtarılamaz!

Halkın, bir şekilde bunu anlaması ve siyasilere karşı olan tutumunu değiştirmesi gerekiyor. Ne yazık ki, halkın bu tutum değişikliğini kendiliğinden yapması beklenemez. Görünen o ki, henüz bardak dolmamıştır, o nedenle, içine ne kadar büyük damlalar damlamış olsa da taşmayacaktır. Ama, bardak dolduğunda, öncekilere kıyasla çok daha küçük olan o “son damla” sebebiyle bardak taşar ve işte, 2002’den bu yana yaşanan sürecin tüm bedeli o zaman, topyekun ülke tarafından ödenir…

Bardak taştığında, bu vahim gidişatın mimarları ve bilinen aktörleri, elbette canlarını ve mallarını kurtarmak için, akla-hayale gelmeyecek davranışlar sergileyeceklerdir. Ama, bardak taştıktan sonra ülkemizde nelerin yaşanabileceğini bugünden öngörmek hiç de zor değildir. Yakın tarihte, bunun sayısız örnekleri hatırlardadır.

 

ADAM ÖVÜYOR, AMA ÖNCEKİ HAKARETİNİ DE HATIRLATIYOR!

Bugün Türkiye’ye dışarıdan bakıldığında, herkesin rahatlıkla görmekte olduğu; ama, içeride yaşayanlar olarak, “bizim pek farkına varmadığımız, farkına varsak da üzerinde durmadığımız, uluslararası şartları aleyhimize kullanmakta olan güçlerin içimizdeki işbirlikçileri ile, millet olarak canciğer kuzu sarması hallerimiz” devam ettikçe, görünür vadede, bu ülkenin selamete çıkması beklenemez…

Güya bağımsız olduğu iddia edilen bir devleti yöneten, rakip (ve hatta düşman) olan bir başka ülkenin başkanının dünkü azarlanmasını sineye çeken ve sesini çıkarmayan biri, bugün, aynı kişinin kendisine yönelik abartılı (ve hiçbir gerçekliği bulunmayan) övgülerini, iç siyasette bir prestij malzemesi olarak kullanabiliyor. İşin garibi, adam övgülerini ifade ederken, sürekli olarak, daha önceki o “azarlama olayı”na da atıf yapıyor. Böyle aptalca bir durum karşısında, ülke içinde, aklı başında yorum yapan, Trump’ın bugünkü övgülerinin palavra olduğunu halka anlatmaya çalışan hiç kimse yok! Muhalefet eğer bunu da yapmayacaksa, Allah aşkına ne iş yapacak bu ülkede?

____________

  (*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dosya:Letter_from_Donald_Trump_to_Recep_Tayyip_Erdo%C4%9Fan.jpg

(**) https://www.youtube.com/watch?v=PJfnXrcYJJI

------------------

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.