Ülkemizin en büyük evcil hayvan mağazası olan tcremix.org sitemizde kedi veya köpek besleyenler için hayatlarını kolaylaştıracak çok sayıda ürün bulunuyor. Bunların en başında mamalar geliyor eğer köpek besliyorsanız köpek maması başta olmak üzere yavru köpek maması, yaşlı köpek maması, light köpek maması, tahılsız köpek maması, konserve köpek yaş mama ürünlerini bulabileceğiniz gibi köpek sağlık ürünleri, köpek ödülleri, köpek bakım ürünleri, köpek aksesuarları, köpek mama su kapları, köpek oyuncakları, köpek eğitim ürünleri, köpek tasmaları gibi işlerinizi kolaylaştıracak çok sayıda ürünü bulabilirsiniz. Kedi besleyen arkadaşlar başta kedi maması ana kategorimiz olmak üzere konserve kedi yaş maması, yavru kedi konserve maması, yavru kedi maması, kısırlaştırılmış kedi maması, yaşlı kedi maması, yetişkin kedi maması, light diyet kedi maması kategorilerimizi ziyaret ederek kedinizin temel beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilirisiniz. Diğer yandan ihtiyaç duyabileceğiniz diğer ürünleri kedi ödülleri, kedi tuvaletleri, kedi oyuncakları, kedi vitaminleri, kedi kumu, kedi aksesuarları, kedi bakım ürünleri, kedi mama su kapları ana kategorilerimizden bulabilirsiniz. Ayrıntılı armaa için alt kategorilerimize de göz atmanızda fayda var. Türkiye 'nin en büyük online pet shop mağazası tcremix.org sitemize hepiniz davetlisiniz.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

200 YILLIK İKTİDAR KAVGASI VE BALIKESİR

Türkiye’de, en başından bu yana (diyebiliriz ki 1830’lardan beri), “Batı medeniyeti ve devlet yanlısı Seçkinci (Elitist)” kesim ile “Batı medeniyetine karşı olan Siyasal İslamcı (Tarikatler ve Cemaatler)” kesim, birbirleri ile kıyasıya “iktidar” mücadelesi içindedirler. Bu çatışmaların, hiç olmazsa, II. Mahmut (Saltanatı: 1808-1839, 31 yıl) döneminden bu yana olan evrelerinin, siyasi tarihçilerimiz tarafından derinlemesine incelenmesi gerekiyor.   BİZDE “YENİLEŞME” HAREKETLERİ, HEP TEPEDEN GELMİŞTİR Yakın tarihimize baktığımızda, “batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, vb gibi, gayeleri devlet ve toplum hayatında yenilik ve yenileşme olan siyasi fikir akımlarının, “halk” ve sivil “aydınlar” tarafından değil de, çoğunluğu asker olmak üzere, “devlet bürokrasisi” içinde yer alan kişiler tarafından; ama, başlangıçta, mutlaka “Padişaha ve mevcut devlet ve toplum düzenlerine karşı” olarak ortaya atıldığını ve savunulduğunu görüyoruz. Halbuki, bilhassa 1789 Fransız İhtilali’nden sonra, Batı dünyasında ortaya çıkan fikir akımları, tümüyle siviller aydınlar tarafından ortaya atılmış, halk tarafından desteklenmiş ve yeni ortaya çıkan tüm fikirler için, tamamen sivil mücadeleler verilmiştir. Hiçbir kitlesel ve yaygın eğitim faaliyetinin bulunmadığı Osmanlı Devleti’nde ise, halk, genel olarak tümüyle “cahil bırakılmış” olduğundan, ülkede, etkili olabilecek yenilikçi sivil aydınlar yoktur! O nedenle, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkan ve bugün bilinmekte olan tüm siyasi yenileşme fikirleri, askeri kesimden çıkmış ve kısıtlı sayıdaki gazeteci ve yazarlar tarafından desteklenmiştir.   YAŞANAN ÇATIŞMALARI, DİNCİ GELENEKÇİLER KAZANIYOR! Ancak, II. Mahmut örneğinde olduğu gibi, zaman zaman Padişahların da bu görüşleri benimsedikleri ve “ıslahat” ve “tanzimat” gibi adlar altında, yenileşme gayesi ile devlet programlarının yürürlüğe konulduğunu görüyoruz. Ve gayet doğal olarak, her seferinde, bu tür teşebbüslere karşı çıkan kesimlerin de olduğu ve olacağı gayet açıktır. İşin çok ilginç yanı şu ki, taa en başından itibaren, her türlü yenileşme hareketlerine karşı çıkanların kullandıkları argümanlar hep aynı kalmıştır. Temelleri, “din elden gidiyor” ve “yenilikçiler yabancı uşaklarıdır” şeklinde söylemlere dayalı olan karşı hareketler, bugün de olduğu üzere, maalesef her seferinde ve en sonunda “mücadeleyi kazanan taraf” olmuşlardır.   MÜSLÜMANLAR, EMEVİ İDEOLOJİSİNİ “DİN” ZANNEDİYOR! 8. yüzyıldan itibaren, İslam dininin kabul edilmesi ile Türk kültürüne ithal edilen ve aslında, tamamen Arap kültürüne ve geleneklerine ait bazı uygulamalar, halk tarafından (bugün dahi) “dinin emir ve gerekleri” zannedilmekte ve ısrarla (ve hatta inatla) korunmaktadır ki, halihazırda halkımızda hakim olan “muhafazakar” görüşlerin asıl temeli de bu anlayıştır. Emevilerin, Hz Ali’den iktidarı gasp ettikleri günden bu yana, tamamen Arap kültürüne dayanan ve “dinen Emevi hanedan saltanatını meşrulaştırma” amaçlı olarak kurgulanan “siyasi ideoloji”, o dönemde her yerde yapımına başlanan camilerde, maaşlı personel tarafından halka “din” olarak anlatılmaya başlanmıştır ve bu durum hala da tüm İslam(?!) ülkelerinde devam etmektedir. 1360 yıldır, hiç kimse çıkıp da, İslam dininde, Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte olduğu gibi, “ibadete mahsus bina (Kilise, Havra vb.)” ve “maaşlı din görevlisi (Papaz, Haham vb.)” diye bir uygulamanın olup-olmadığını sorgulamıyor!   CEHALETE DAYANAN İDEOLOJİ VE “MAAŞLI” DİN GÖREVLİLERİ! Emevilerin, kendi saltanatlarının dinen meşru olduğunu halka kabul ettirmek için halkı eğitmek amacı ile yaptırdıkları camiler ve oralarda halkı toplayarak Emevi siyasi ideolojisini din adı altında halka anlatan maaşlı memurlar uygulaması, bugün maalesef bugün de devam ediyor. Ve maalesef bu durum, hiçbir İslam ülkesinde, kimse tarafından sorgulanmıyor! Emevilerin icat etmiş oldukları  bu “halk eğitimi faaliyeti”nin başarısı, “halkın cahil bırakılması”na bağlı olduğundan, Cumhuriyet’e gelinceye kadar Türk milleti de, tüm diğer İslam(?!) toplumlarında olduğu gibi, “kitlesel ve sistemli eğitim”den yoksun bırakılmıştır. Yüzyıllar boyu cahil bırakılmış olan halk, Hıristiyanlığın Kiliseleri ve Yahudiliğin Havralarından mülhem, “imam”, “müezzin”, “vaiz” vb gibi “maaşlı resmi memurlar”ın görev(?!) yaptıkları ve halka “ibadethane” olarak lanse edilen ve adına “cami” denen propaganda merkezlerinden başka toplumsal bilgi alma kaynağı olmadığından, oralarda “vaaz” adı altında anlatılan ideolojik görüşleri, maalesef “din” olarak kabullenmiştir.   İMAM MATURÎDİ’Yİ VE İMAM-I ÂZM’I BİLMEYEN HANEFİLER! Mesela, bugün Türkiye’de hakim mezhep “Hanefilik”tir! İlkokuldan itibaren okullarımızda okutulan din dersi kitaplarında, “itikatta Maturîdi, amelde ise Hanefî” olduğumuz öğretilir… Ama, halk ne Ebu Mansur el-Maturîdi’yi, ne de İmam-ı Âzam ebû Hanife’yi ve onların görüşlerini bilir! Kısacası, bu alimlerin İslam dini ile ilgili içtihatlarını halk bilmez… İnsanlarımız, sadece, camilerdeki maaşlı memurlardan dinlediği ve kendi anlayabilme kapasitesi kadar anlam yüklediği bilgileri din zannederek, ibadet eder ve ahirette cennete gitme hayalleri kurar. Kendilerini Müslüman zanneden ve başkaları tarafından da Müslüman olarak adlandırılan toplumlarda ve ülkelerde, hiç kimse, topluma hakim olan kişilerin, akıl almaz şekilde dünyevi saltanatlar yaşarlarken, neden kendilerinin fakr-u zaruret içinde olduklarını düşünmez, bu fikir üzerinden, kendisine “din” olarak anlatılanları sorgulamayı akıl etmez! Neticede, gelişen dünya toplumları karşısında, Müslümanlar olarak,  acz içinde, topluca perişan olurlar.   YENİLİKÇİLER, DAİMA “DİN DÜŞMANI” İLAN EDİLİR! Zaman zaman bu Müslüman denen toplumların içinden de, mevcut düzenlerini sorgulayan ve “değiştirilmesi” gerektiğini ileri sürenler çıkmıyor değil! Böyle olduğunda, insanlar üzerinde otoritelerini kurmuş olan iktidarlar ve o iktidarlarla işbirliği içinde olan dinci organizasyonlar (tarikatlar, cemaatler, vakıfla vb) tarafından, bu tür aydın kişiler, derhal “din ve vatan-millet düşmanı” olarak ilan edilirler ve etkili olmaları, halkı uyandırmaları önlenir. İşte, kahir ekseriyeti Ankara’da yaşamakta olan ve bizim “siyaset baronları” olarak adlandırdığımız kesimin önemli bir kısmı, bu meşrepten yetişmiş insanlardır.   ÇAĞDAŞLIK İDDİASINDA OLAN YOBAZLAR! Dünyada meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin toplumsal hayata olan etkileri insanlardan gizli kalmıyor; er ya da geç, insanlar bu gelişmelerden haberdar oluyorlar ve başlangıçta ne kadar karşı olsalar da, zamanla bu gelişmelerin ürünlerini herkes kullanmayı arzu etmeye başlıyor. İnsanların gerek kişisel ve gerekse toplumsal hayatına giren yeniliklerin engellenemeyeceği görülünce, ortaya, “yenilikçi ve çağdaş” olma iddialarını dillerinden düşürmeyen ve kendilerini “ilerici” olarak lanse eden, “çağdaşlık yobazları” ortaya çıkıyor… Bunların asıl rolleri, sözde gelenekçi olan dincilerin eline, “etkili kozlar” vermektir.  İşte, asıl rolleri ve görevleri halkın, yenilikler konusunda, nispeten biraz daha erken uyanan kesimlerini “uyutmak” olan, sözde ilericilerin de, Ankara’da, kendi siyasi baronları vardır…   HALKIN, BİRBİRLERİ İLE “DÜŞMAN” ZANNETTİĞİ TÜM BARONLARIN ÇIKARLARI ORTAKTIR Özellikleri ve kullandıkları üsluplar birbirlerinden farklı olduğundan, halk tarafından “birbirlerine rakip (ve hatta düşman)” zannedilen bu baronlar, gerçekte, şeytana pabucunu ters giydirecek şekilde dayanışma içindedirler ve birbirlerini kollarlar; çünkü, kendilerinin var olmaları, diğerlerinin var olmalarını gerektirir! İşte, Ankara’daki bu düzen, illerde ve seçim bölgelerinde de, bu baronların “kahyaları” tarafından sürdürülür ve korunur. Biz konuyu, I. Dünya Savaşı sonrasından, Kuvayı Milliye döneminden ve Cumhuriyet’ten sonra ülkemizde ortaya çıkan durumlardan ve bu durumlara karşı insanların takındıkları tavırlardan örnekleyerek görüşlerinize ve sorgulamalarınıza açacağız. Doğal olarak, bu konudaki örneklerimiz, Balıkesir ve çevresinden olacaktır!   I. DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA YAŞANAN KAOS Şimdi burada, I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra, savaşı kazanan İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın öncülüğündeki İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi, milletimizi dehşetengiz bir belirsizliğe ve kaosa sürüklemiştir. Hele hele, mütarekeden 13 gün sonra İstanbul’un ve 6 ay sonra 16 Mayıs 1919’da İzmir’in yanısıra, ülkemizin pek çok yeri düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmeye başlayınca, insanlarda büyük bir umutsuzluk hakim olmuştur. İşte o dönemde toplum, başlıca, Padişah yanlıları, bir yabancı ülkenin mandası altına girme taraftarları ve Kuvayı Milliyeciler olmak üzere, başlıca üç faklı kesime ayrılmıştı.    “YUNANCILAR” VE “KUVAYI MİLLİYECİLER” Mandacıların büyük kısmı zamanla Kuvayı Milliyecilere katılırken, Padişah yanlılarının, büyük zafer kazanılıp, Cumhuriyet kuruluncaya kadar, tümüyle İngiliz ve Yunan taraftarlığı yapmaları dikkat çekicidir. O dönemde düşman işgalinin yaşandığı bölgelerimizde ise, halk, Kuvayı Milliyeciler ve bunların taraftarları ile Kuvayı Milliyecilere karşı olanlar olmak üzere, birbirine muhalif iki gruba ayrılmıştı. Kuvayı Milliyecilere karşı olanların en belirgin özellikleri, sözde “Padişah (Halife)” adına, fiilen “düşman yanlısı” olmalarıdır. Batı bölgelerinde halk bunlara kısaca “Yunancı” adını vermiştir. Yunancıların Kuvayı Milliyecilere karşı kullandıkları en güçlü propaganda aracı ise, maalesef “din” olmuştur.   KUVAYI MİLLİYECİLER NELER YAPTI? Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Kuvayı Milliyeciler ve onların destekçileri CHP içerisinde siyasi bir örgütlenme gerçekleştirirken, doğal olarak o “Yunancı” denen kesimden olanlar, bu oluşuma dahil edilmemişlerdir. Neticede, Kuvayı Milliyeciler önce vatanı kurtarırlar, sonra da; Cumhuriyeti kurarlar, 25 yıl içinde Osmanlı borçlarını (ki, ödenen para bugünün rakamları ile yaklaşık 500 milyar Dolardır) öderler, ülke genelinde onlarca fabrikayı sıfırdan inşa ederler, yabancıların ellerinde olan, yaklaşık 4 bin km uzunluğundaki mevcut demiryollarını ve onlarca madeni onlardan satın alarak millileştirirler. Ayrıca, ilaveten bir 4 bin km daha demiryolu ve 10’dan fazla büyük liman yaparlar! Ve bu Kuvayıı Milliyeci kadro, tüm bu işleri yaparken dışarıdan tek kuruş borç da almazlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin “dış borç macerası” 1950’den sonra ABD’den alınan Marshall Yardımı ile başlayacaktır.   BUGÜNÜN KUVAYI MİLLİYECİLERİ VE YUNANCILARI Peki, acaba, eskinin o “Yunancı”ları, daha sonra ne oldular? Maalesef, Atatürk (içlerinde suçları çok ağır olanlar hariç), hepsini affetmiştir! Atatürk’ün hoşgörüsü ile vatandaş olarak ülke hayatına katılmalarına müsaade eden Yunancılar, daha sonra, çok etkili siyasi partiler kuracak ve ülke yönetimini (CHP’nin de kendi “aslî” misyonuna sahip çıkamaması sebebiyle), Kuvayı Milliyecilerin elinden alacaktır! Şimdi, lütfen arkanıza yaslanın ve “Acaba, Balıkesir’de 1918-1923 yılları arasında, kimler Kuvayı Milliyeci ve kimler Yunancıydı?” Kendi aile büyüklerinize bu konuları bir sorun bakalım ne cevaplar alacaksınız ve yakın çevrenizde o ailelerden gelenlerin bugün hangi siyasi partilerde yer aldıklarını ya da kimlere oy verdiklerini düşünün! Maalesef, bu süreçte, eskinin Kuvayı Milliyecilerinin çocukları ve torunlarının epey bir kısmı da, diğerlerinin dinci söylemlerine kanıp, zamanla onların safına geçerken, Yunancıların çocuklarından ve torunlarından hiç kimse, Kuvayı Milliyeciler tarafına geçmeyecektir! Bu yazımız, öncekilere kıyasla hayli uzun oldu. Ama, bu mevzuların da cesaretle gündeme getirilmesi ve yeni baştan gözden geçirilmesi gerekiyor. Türk milleti, kanla-gözyaşı ile bu ülkeyi düşmanın elinden kurtardı ve yeni devlet kurdu. Maalesef, o dönemde düşman tarafında mücadele edenlerin bugünkü nesilleri, devleti ele geçirmiş, ülkeyi topyekün har vurup harman savuruyorlar!
Ekleme Tarihi: 20 Kasım 2021 - Cumartesi

200 YILLIK İKTİDAR KAVGASI VE BALIKESİR

Türkiye’de, en başından bu yana (diyebiliriz ki 1830’lardan beri), “Batı medeniyeti ve devlet yanlısı Seçkinci (Elitist)” kesim ile “Batı medeniyetine karşı olan Siyasal İslamcı (Tarikatler ve Cemaatler)” kesim, birbirleri ile kıyasıya “iktidar” mücadelesi içindedirler. Bu çatışmaların, hiç olmazsa, II. Mahmut (Saltanatı: 1808-1839, 31 yıl) döneminden bu yana olan evrelerinin, siyasi tarihçilerimiz tarafından derinlemesine incelenmesi gerekiyor.

 

BİZDE “YENİLEŞME” HAREKETLERİ, HEP TEPEDEN GELMİŞTİR

Yakın tarihimize baktığımızda, “batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, vb gibi, gayeleri devlet ve toplum hayatında yenilik ve yenileşme olan siyasi fikir akımlarının, “halk” ve sivil “aydınlar” tarafından değil de, çoğunluğu asker olmak üzere, “devlet bürokrasisi” içinde yer alan kişiler tarafından; ama, başlangıçta, mutlaka “Padişaha ve mevcut devlet ve toplum düzenlerine karşı” olarak ortaya atıldığını ve savunulduğunu görüyoruz. Halbuki, bilhassa 1789 Fransız İhtilali’nden sonra, Batı dünyasında ortaya çıkan fikir akımları, tümüyle siviller aydınlar tarafından ortaya atılmış, halk tarafından desteklenmiş ve yeni ortaya çıkan tüm fikirler için, tamamen sivil mücadeleler verilmiştir.

Hiçbir kitlesel ve yaygın eğitim faaliyetinin bulunmadığı Osmanlı Devleti’nde ise, halk, genel olarak tümüyle “cahil bırakılmış” olduğundan, ülkede, etkili olabilecek yenilikçi sivil aydınlar yoktur! O nedenle, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkan ve bugün bilinmekte olan tüm siyasi yenileşme fikirleri, askeri kesimden çıkmış ve kısıtlı sayıdaki gazeteci ve yazarlar tarafından desteklenmiştir.

 

YAŞANAN ÇATIŞMALARI, DİNCİ GELENEKÇİLER KAZANIYOR!

Ancak, II. Mahmut örneğinde olduğu gibi, zaman zaman Padişahların da bu görüşleri benimsedikleri ve “ıslahat” ve “tanzimat” gibi adlar altında, yenileşme gayesi ile devlet programlarının yürürlüğe konulduğunu görüyoruz. Ve gayet doğal olarak, her seferinde, bu tür teşebbüslere karşı çıkan kesimlerin de olduğu ve olacağı gayet açıktır. İşin çok ilginç yanı şu ki, taa en başından itibaren, her türlü yenileşme hareketlerine karşı çıkanların kullandıkları argümanlar hep aynı kalmıştır. Temelleri, “din elden gidiyor” ve “yenilikçiler yabancı uşaklarıdır” şeklinde söylemlere dayalı olan karşı hareketler, bugün de olduğu üzere, maalesef her seferinde ve en sonunda “mücadeleyi kazanan taraf” olmuşlardır.

 

MÜSLÜMANLAR, EMEVİ İDEOLOJİSİNİ “DİN” ZANNEDİYOR!

8. yüzyıldan itibaren, İslam dininin kabul edilmesi ile Türk kültürüne ithal edilen ve aslında, tamamen Arap kültürüne ve geleneklerine ait bazı uygulamalar, halk tarafından (bugün dahi) “dinin emir ve gerekleri” zannedilmekte ve ısrarla (ve hatta inatla) korunmaktadır ki, halihazırda halkımızda hakim olan “muhafazakar” görüşlerin asıl temeli de bu anlayıştır. Emevilerin, Hz Ali’den iktidarı gasp ettikleri günden bu yana, tamamen Arap kültürüne dayanan ve “dinen Emevi hanedan saltanatını meşrulaştırma” amaçlı olarak kurgulanan “siyasi ideoloji”, o dönemde her yerde yapımına başlanan camilerde, maaşlı personel tarafından halka “din” olarak anlatılmaya başlanmıştır ve bu durum hala da tüm İslam(?!) ülkelerinde devam etmektedir.

1360 yıldır, hiç kimse çıkıp da, İslam dininde, Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte olduğu gibi, “ibadete mahsus bina (Kilise, Havra vb.)” ve “maaşlı din görevlisi (Papaz, Haham vb.) diye bir uygulamanın olup-olmadığını sorgulamıyor!

 

CEHALETE DAYANAN İDEOLOJİ VE “MAAŞLI” DİN GÖREVLİLERİ!

Emevilerin, kendi saltanatlarının dinen meşru olduğunu halka kabul ettirmek için halkı eğitmek amacı ile yaptırdıkları camiler ve oralarda halkı toplayarak Emevi siyasi ideolojisini din adı altında halka anlatan maaşlı memurlar uygulaması, bugün maalesef bugün de devam ediyor. Ve maalesef bu durum, hiçbir İslam ülkesinde, kimse tarafından sorgulanmıyor! Emevilerin icat etmiş oldukları  bu “halk eğitimi faaliyeti”nin başarısı, “halkın cahil bırakılması”na bağlı olduğundan, Cumhuriyet’e gelinceye kadar Türk milleti de, tüm diğer İslam(?!) toplumlarında olduğu gibi, “kitlesel ve sistemli eğitim”den yoksun bırakılmıştır. Yüzyıllar boyu cahil bırakılmış olan halk, Hıristiyanlığın Kiliseleri ve Yahudiliğin Havralarından mülhem, “imam”, “müezzin”, “vaiz” vb gibi “maaşlı resmi memurlar”ın görev(?!) yaptıkları ve halka “ibadethane” olarak lanse edilen ve adına “cami” denen propaganda merkezlerinden başka toplumsal bilgi alma kaynağı olmadığından, oralarda “vaaz” adı altında anlatılan ideolojik görüşleri, maalesef “din” olarak kabullenmiştir.

 

İMAM MATURÎDİ’Yİ VE İMAM-I ÂZM’I BİLMEYEN HANEFİLER!

Mesela, bugün Türkiye’de hakim mezhep “Hanefilik”tir! İlkokuldan itibaren okullarımızda okutulan din dersi kitaplarında, “itikatta Maturîdi, amelde ise Hanefî” olduğumuz öğretilir… Ama, halk ne Ebu Mansur el-Maturîdi’yi, ne de İmam-ı Âzam ebû Hanife’yi ve onların görüşlerini bilir! Kısacası, bu alimlerin İslam dini ile ilgili içtihatlarını halk bilmez… İnsanlarımız, sadece, camilerdeki maaşlı memurlardan dinlediği ve kendi anlayabilme kapasitesi kadar anlam yüklediği bilgileri din zannederek, ibadet eder ve ahirette cennete gitme hayalleri kurar.

Kendilerini Müslüman zanneden ve başkaları tarafından da Müslüman olarak adlandırılan toplumlarda ve ülkelerde, hiç kimse, topluma hakim olan kişilerin, akıl almaz şekilde dünyevi saltanatlar yaşarlarken, neden kendilerinin fakr-u zaruret içinde olduklarını düşünmez, bu fikir üzerinden, kendisine “din” olarak anlatılanları sorgulamayı akıl etmez! Neticede, gelişen dünya toplumları karşısında, Müslümanlar olarak,  acz içinde, topluca perişan olurlar.

 

YENİLİKÇİLER, DAİMA “DİN DÜŞMANI” İLAN EDİLİR!

Zaman zaman bu Müslüman denen toplumların içinden de, mevcut düzenlerini sorgulayan ve “değiştirilmesi” gerektiğini ileri sürenler çıkmıyor değil! Böyle olduğunda, insanlar üzerinde otoritelerini kurmuş olan iktidarlar ve o iktidarlarla işbirliği içinde olan dinci organizasyonlar (tarikatlar, cemaatler, vakıfla vb) tarafından, bu tür aydın kişiler, derhal “din ve vatan-millet düşmanı” olarak ilan edilirler ve etkili olmaları, halkı uyandırmaları önlenir.

İşte, kahir ekseriyeti Ankara’da yaşamakta olan ve bizim “siyaset baronları” olarak adlandırdığımız kesimin önemli bir kısmı, bu meşrepten yetişmiş insanlardır.

 

ÇAĞDAŞLIK İDDİASINDA OLAN YOBAZLAR!

Dünyada meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin toplumsal hayata olan etkileri insanlardan gizli kalmıyor; er ya da geç, insanlar bu gelişmelerden haberdar oluyorlar ve başlangıçta ne kadar karşı olsalar da, zamanla bu gelişmelerin ürünlerini herkes kullanmayı arzu etmeye başlıyor.

İnsanların gerek kişisel ve gerekse toplumsal hayatına giren yeniliklerin engellenemeyeceği görülünce, ortaya, “yenilikçi ve çağdaş” olma iddialarını dillerinden düşürmeyen ve kendilerini “ilerici” olarak lanse eden, “çağdaşlık yobazları” ortaya çıkıyor… Bunların asıl rolleri, sözde gelenekçi olan dincilerin eline, “etkili kozlar” vermektir.  İşte, asıl rolleri ve görevleri halkın, yenilikler konusunda, nispeten biraz daha erken uyanan kesimlerini “uyutmak” olan, sözde ilericilerin de, Ankara’da, kendi siyasi baronları vardır…

 

HALKIN, BİRBİRLERİ İLE “DÜŞMAN” ZANNETTİĞİ TÜM BARONLARIN ÇIKARLARI ORTAKTIR

Özellikleri ve kullandıkları üsluplar birbirlerinden farklı olduğundan, halk tarafından “birbirlerine rakip (ve hatta düşman)” zannedilen bu baronlar, gerçekte, şeytana pabucunu ters giydirecek şekilde dayanışma içindedirler ve birbirlerini kollarlar; çünkü, kendilerinin var olmaları, diğerlerinin var olmalarını gerektirir! İşte, Ankara’daki bu düzen, illerde ve seçim bölgelerinde de, bu baronların “kahyaları” tarafından sürdürülür ve korunur.

Biz konuyu, I. Dünya Savaşı sonrasından, Kuvayı Milliye döneminden ve Cumhuriyet’ten sonra ülkemizde ortaya çıkan durumlardan ve bu durumlara karşı insanların takındıkları tavırlardan örnekleyerek görüşlerinize ve sorgulamalarınıza açacağız. Doğal olarak, bu konudaki örneklerimiz, Balıkesir ve çevresinden olacaktır!

 

I. DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA YAŞANAN KAOS

Şimdi burada, I. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra, savaşı kazanan İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın öncülüğündeki İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi, milletimizi dehşetengiz bir belirsizliğe ve kaosa sürüklemiştir. Hele hele, mütarekeden 13 gün sonra İstanbul’un ve 6 ay sonra 16 Mayıs 1919’da İzmir’in yanısıra, ülkemizin pek çok yeri düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmeye başlayınca, insanlarda büyük bir umutsuzluk hakim olmuştur. İşte o dönemde toplum, başlıca, Padişah yanlıları, bir yabancı ülkenin mandası altına girme taraftarları ve Kuvayı Milliyeciler olmak üzere, başlıca üç faklı kesime ayrılmıştı.

 

 “YUNANCILAR” VE “KUVAYI MİLLİYECİLER”

Mandacıların büyük kısmı zamanla Kuvayı Milliyecilere katılırken, Padişah yanlılarının, büyük zafer kazanılıp, Cumhuriyet kuruluncaya kadar, tümüyle İngiliz ve Yunan taraftarlığı yapmaları dikkat çekicidir. O dönemde düşman işgalinin yaşandığı bölgelerimizde ise, halk, Kuvayı Milliyeciler ve bunların taraftarları ile Kuvayı Milliyecilere karşı olanlar olmak üzere, birbirine muhalif iki gruba ayrılmıştı. Kuvayı Milliyecilere karşı olanların en belirgin özellikleri, sözde “Padişah (Halife)” adına, fiilen “düşman yanlısı” olmalarıdır. Batı bölgelerinde halk bunlara kısaca “Yunancı” adını vermiştir. Yunancıların Kuvayı Milliyecilere karşı kullandıkları en güçlü propaganda aracı ise, maalesef “din” olmuştur.

 

KUVAYI MİLLİYECİLER NELER YAPTI?

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Kuvayı Milliyeciler ve onların destekçileri CHP içerisinde siyasi bir örgütlenme gerçekleştirirken, doğal olarak o “Yunancı” denen kesimden olanlar, bu oluşuma dahil edilmemişlerdir. Neticede, Kuvayı Milliyeciler önce vatanı kurtarırlar, sonra da; Cumhuriyeti kurarlar, 25 yıl içinde Osmanlı borçlarını (ki, ödenen para bugünün rakamları ile yaklaşık 500 milyar Dolardır) öderler, ülke genelinde onlarca fabrikayı sıfırdan inşa ederler, yabancıların ellerinde olan, yaklaşık 4 bin km uzunluğundaki mevcut demiryollarını ve onlarca madeni onlardan satın alarak millileştirirler. Ayrıca, ilaveten bir 4 bin km daha demiryolu ve 10’dan fazla büyük liman yaparlar! Ve bu Kuvayıı Milliyeci kadro, tüm bu işleri yaparken dışarıdan tek kuruş borç da almazlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin “dış borç macerası” 1950’den sonra ABD’den alınan Marshall Yardımı ile başlayacaktır.

 

BUGÜNÜN KUVAYI MİLLİYECİLERİ VE YUNANCILARI

Peki, acaba, eskinin o “Yunancı”ları, daha sonra ne oldular? Maalesef, Atatürk (içlerinde suçları çok ağır olanlar hariç), hepsini affetmiştir! Atatürk’ün hoşgörüsü ile vatandaş olarak ülke hayatına katılmalarına müsaade eden Yunancılar, daha sonra, çok etkili siyasi partiler kuracak ve ülke yönetimini (CHP’nin de kendi “aslî” misyonuna sahip çıkamaması sebebiyle), Kuvayı Milliyecilerin elinden alacaktır!

Şimdi, lütfen arkanıza yaslanın ve “Acaba, Balıkesir’de 1918-1923 yılları arasında, kimler Kuvayı Milliyeci ve kimler Yunancıydı?Kendi aile büyüklerinize bu konuları bir sorun bakalım ne cevaplar alacaksınız ve yakın çevrenizde o ailelerden gelenlerin bugün hangi siyasi partilerde yer aldıklarını ya da kimlere oy verdiklerini düşünün! Maalesef, bu süreçte, eskinin Kuvayı Milliyecilerinin çocukları ve torunlarının epey bir kısmı da, diğerlerinin dinci söylemlerine kanıp, zamanla onların safına geçerken, Yunancıların çocuklarından ve torunlarından hiç kimse, Kuvayı Milliyeciler tarafına geçmeyecektir!

Bu yazımız, öncekilere kıyasla hayli uzun oldu. Ama, bu mevzuların da cesaretle gündeme getirilmesi ve yeni baştan gözden geçirilmesi gerekiyor. Türk milleti, kanla-gözyaşı ile bu ülkeyi düşmanın elinden kurtardı ve yeni devlet kurdu. Maalesef, o dönemde düşman tarafında mücadele edenlerin bugünkü nesilleri, devleti ele geçirmiş, ülkeyi topyekün har vurup harman savuruyorlar!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.