deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler

Ramazan Aydın
Köşe Yazarı
Ramazan Aydın
 

DEVLETİN POLİSİ, İKTİDARIN KAPIKULU DEĞİLDİR!

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden bu yana, Türkiye’de cereyan etmekte olan hadiseleri doğru bir açıdan değerlendirmek gerektiğinde, her şeyden önce, Anayasa’mızda, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” ile ilgili 34. maddeyi hatırlamak ve akıldan çıkarmamak gerekiyor… Madde 34- Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.                  Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.                  Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir. Buradaki, “önceden izin almadan” ifadesi son derece önemlidir. Bu Anayasa maddesinin ilk cümlesi, 2911 sayılı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı”nın düzenlendiği 3. maddesinin de ilk cümlesidir.   “ASIL SALDIRAN” KİM, POLİS Mİ GÖSTERİCİLER Mİ? Başta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi merkez binasının yer aldığı Saraçhane olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde yaşanmakta olan protesto gösterileri ile ilgili videoların tamamında, “polisin göstericilere aşırı şiddet uyguladığı” görülüyor. Göstericilerin, kendilerine şiddet uygulayan polislere karşı kişisel direniş refleksleri dışında, “polise saldırı” olarak nitelenebilecek görüntüler yok! Ama, Erdoğan’ın, kendi kişisel X (Twitter) hesabında paylaştığı bir videoda, göstericilerin polise saldırdıklarına dair görüntüler yer alıyor. Söz konusu video dikkatle incelendiğinde, o görüntülerin, Türkiye’deki gösterilere ait olmadığı, Gürcistan’da geçen yıl yapılan seçim öncesinde meydana gelen bazı sokak gösterilerine ait olduğu ortaya anlaşılıyor. Böyle bir şey, sıradan bir insan yaptığında bile kabul edilemeyecek bir davranış iken, Cumhurbaşkanının kişisel hesabında olması, akıl alacak bir iş değildir. Başta polis ve yargı olmak üzere, devletin elindeki tüm güçleri, ölçüsüzce göstericilere karşı kullanan Erdoğan’ın bu paylaşımı, son derece üzüntü verici ahlaki bir sorun teşkil ediyor. Bu arada, on günü aşkın bir süredir devam etmekte olan protesto gösterilerinin, sadece İmamoğlu meselesiyle alakalı olduğunu düşünmemek gerekiyor. Görünen o ki, milletin “tahammül bardağı” çoktan dolmuş, en küçük bir damla, bardağı taşıracak haldeyken, İmamoğlu gibi çok büyük bir damla, bardağı taşırmakla kalmadığı gibi, önlenmesi giderek zorlaşmakta olan sellere sebep oluyor!..   ADALETİN İTİBAR KAYBINI, NEDEN KİMSE UMURSAMIYOR? 23 yıldır kesintisiz devam etmekte olan AK Parti döneminde, Türkiye’de en fazla itibar kaybeden kurum, maalesef adliyedir. Kamuoyunda, iktidar yanlısı kişi ve kuruluşlarda ayyuka çıkmış olan yolsuzluk iddialarının, neredeyse hiç soruşturulmadığı; buna karşılık, muhalif kesime yönelik en küçük bir iddianın söz konusu olduğu durumlarda, abartılı şovlarla, olabildiğince ağır işlemler yapıldığı kanaati hakim görünüyor. Ayrıca, gerek iktidar yanlıları ve gerekse muhaliflerle ilgili çok sayıda “tek yanlı adlî işlemler”in yapıldığı da bilinen bir husustur. Muhaliflere karşı adeta kartal kesilen emniyet ve yargı mensuplarının, iktidar yanlıları söz konusu olduklarında, adeta sağır ve dilsiz rolü oynamaları, kabul edilebilir bir tutum değildir. Halbuki, kamu hizmetlerinde usulsüzlük yapan her kim olursa olsun, gerekli yasal işlemler adil bir şekilde yapılıyor olsa, kamuoyunda adliyenin ve polisin itibarı korunmuş ve hatta arttırılmış olur. Yıllardır, iktidar yanlılarının alenen işledikleri suçlar sürekli ört-bas edilirken, siyasi muhaliflere yönelik, adeta suç icat etme yarışının yaşanması, hayra alamet bir tutum değildir. 2017 yılındaki Anayasa referandumu ile gerçekleştirilen yeni rejimde, evrensel bir devlet ilkesi olan “kuvvetler ayrılığı” ortadan kaldırılmış, ülkede her şey adeta tek bir kişinin keyfî idaresine teslim edilmiştir. Yasama, Yürütme, Yargı ve Kamuoyu (basın), bir devlet düzeninde, “birbirlerinden bağımsız ve birbirlerini denetleyen kuvvetler” olarak, fonksiyonel olmaları gerekirken, Türkiye’de son sekiz yıldır her şey, işine gelmediğinde Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına bile uymayan (ve uymayacağını açıkça söyleyen) tek bir şahsın keyfine kalmış bulunuyor.   “MEDYA TEKELİ” TÜM DÜNYADA SUÇ, TÜRKİYE’DE DEĞİL! 2007 yılından itibaren, ATV-Sabah Grubu ile Doğan Medya Grubu’nun, iktidar yanlısı müteahhitlik firmalarından temin edilen finansman destekleriyle (ulusal medya kuruluşlarının kahır ekseriyeti) bağımsızlıklarını yitirdi. Muhalif yayın yapmakta olan birkaç gazete ve birkaç TV kanalı, iktidar yanlısı yayın yapmakta olan ve kamuoyunda, yandaş “havuz medyası” olarak adlandırılan gazete ve televizyon kanalları ile yine iktidar yanlısı internet mecralarında birkaç yüz bin kişilik trol ordusu karşısında seslerini duyurmaları son derece zor bir iştir. Kaldı ki, iktidarın elinde, muhalif TV kanallarına ceza yağdırmaktan başka ne iş yaptığı pek bilinmeyen, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) denen, bir başka güç daha bulunuyor. Normalde, “kamuoyu kanaatlerini yansıtmaları gereken” medya organlarının, dezenformasyon yöntemleri ile, iktidar lehine (ya da aleyhine) “kamuoyu oluşturma amaçlı yayın yapmaları” evrensel olarak “suç” kabul edilir. Demokratik ülkelerdeki basın kanunları, bu suçu önleme amaçlıdır. AK Parti iktidarından önceki Türkiye’de de, “belli bir maksada matuf kamuoyu oluşturma amaçlı yayın yapmak” kanunen suç teşkil ediyordu; ama, son yirmi yılı aşkın bir zamandır, “sadece iktidar aleyhine yayın yapmak” suç kabul ediliyor. Durum böyle olunca, halk, gündelik olan-biten olaylarla ilgili olarak, “zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma hakkı”ndan mahrum ediliyor. Gündelik olan-biten olaylarla ilgili olarak, kahır ekseriyeti iktidar yanlısı olmak üzere, hem gazete ve TV gibi konvansiyonel yayın organlarında ve hem de, internetteki (Facebook, X, Instagram, TikTok vb. gibi) sosyal medya mecralarındaki paylaşımların dezenformasyon amaçlı kullanılması, maalesef, Türkiye’de sanki suç değil.   SOSYAL MEDYA İLE İLGİLİ OLUMSUZLUKLAR Sosyal medya mecraları ile ilgili başlıca üç büyük olumsuzluk söz konusudur. Bunlardan birincisi, elinde telefonu ve bilgisayarı olan herkesin, kamuoyuna yönelik istediği her şeyi paylaşma (ve paylaşımları yeniden paylaşma) imkanının olması. Gazetecilik eğitimi olmayan insanların, eksik ve yanlış bilgi içeren sosyal medya paylaşımları (suç teşkil etmese bile), son derece büyük bir bilgi kirliliğine yol açmaktadır. Bu durum, insanların gündelik olaylarla ilgili zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanını büyük ölçüde bloke etmektedir. Çoğu zaman, uzak geçmişe ait bilgi ve görseller, sanki son olaylarla ilgiliymiş gibi, çoğu zaman yer ve zaman belirtilmeden paylaşılıyor! İkinci olumsuzluk ise, siyasi (ve ticari) çıkar amaçlı dezenformasyon yapmakta olan, ücretli ve gönüllü trollerin paylaşımlarıdır. İddialara göre, sosyal medya mecralarında, gerek iktidara ve gerekse muhalefete bağlı belli merkezler tarafından yönetilmekte olan, yüzbinlerce trol hesap var. Ayrıca, trol olmayıp, yandaşı olduğu taraf lehine kasıtlı dezenformasyon paylaşımları yapan normal sosyal medya hesapları da var. Üçüncüsü ise, “internet botu, web robotu, robot” veya kısaca “bot” denen, internet ortamında insan faaliyetlerini taklit edebilen, belli maksatlara matuf otomatik görevleri çalıştıran yazılım uygulamaları ile yapılan dezenformasyon amaçlı paylaşımlar ve internet yayınlarıdır. Bu yazılımlarla, istenilen her bilgi, otomatik olarak sonsuz sayıda yayılabiliyor. Tüm bunlar, mahiyetleri itibarı ile suç teşkil ediyor. Ancak, maalesef, insanların zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma hakları çok büyük bir ölçüde bloke edilerek, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması engellenmektedir. Kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması imkanı bulunmayan toplumlar, Türkiye’de olduğu gibi, siyasi ve ekonomik güç sahipleri tarafından sınırsız bir şekilde istismar edilirler. Bu gibi ülkelerde hiç kimse, hiçbir konuda zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanına sahip olmayacağı için, çıkar amaçlı kurgulanmış bilgileri yaymakta olan gayrimeşru oluşumlar ortaya çıkar ve bu güçler, siyasetten ekonomiye, tüm toplumsal alanları manipüle ederler ki, bu evrensel bir insanlık suçudur.   TÜRKİYE’DE SAĞLIKLI KAMUOYU OLUŞMASI MÜMKÜN DEĞİL! Günümüz Türkiye’sinde, maalesef, halk gündelik konularla ilgili zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanına sahip değildir. Halkın bu en doğal hakkını en fazla istismar eden ise iktidardır. İktidar tarafından, devlet adına yapılan resmî açıklamalarda bile çoğu zaman, gerçek olmayan ve belli siyasi çıkarlara göre kurgulanmış (örneğin, TÜİK’in enflasyon rakamları gibi) bilgiler verilebilmekte ve buna karşı, halk adına yapılabilecek hiçbir müdahale ve tedbir alma imkanı mevcut değildir. Her toplumda, yönetimlere karşı, zamanla bir “doğal muhalefet” ortaya çıkar. Gelişmiş ülke demokrasilerinde, siyasi muhalefetin asıl görevi, halkta ortaya çıkan bu doğal muhalefet konularına ve mesajlarına sahip çıkarak, iktidarı disipline etmek ve bu olmadığında da, iktidar görevine talip olmaktır. Ne var ki, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde, siyasi muhalefet görevini üstlenmiş olan partiler, halk içinde ortaya çıkan doğal muhalefet konularına ve kanaatlerine zerre kulak vermiyorlar; kendilerince ortaya attıkları sözde muhalif görüşleri halka empoze ederek taraftar toplamaya çalışıyorlar. Elbette bu, suyu tersine akıtmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Çünkü, halk çoğu zaman, muhalefetin iktidarı eleştirdiği konularda, onlarla aynı görüşte ve kanaatte olmaz! Bu nedenle de, muhalefet iktidar karşısında güç kazanamaz, iktidarı disipline edemez ve Türkiye’de 23 yıldır görüldüğü üzere, iktidar kalıcı siyasi bir hastalık haline gelir ve hatta devlet rejimi “tek adam yönetimi”ne dönüşür.   BİR İŞ ZAMANINDA YAPILMADIĞINDA, HİÇBİR KIYMETİ OLMAZ! Bir de, her işin kendine mahsus bir zamanı vardır ve öyle de olmalıdır. Örneğin, Erdoğan’ın üniversite diplomasının olup-olmadığı meselesi, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığına ilk aday olduğu günlerde ilk tartışılmaya başlandığı günlerde, pek âlâ kesin bir sonuca bağlanabilirdi ki, bundan kolay hiçbir iş yoktur. Anayasa’nın 101. maddesinin ilk fıkrasına rağmen, muhalefetin o tarihte diploma meselesinde gevşek davranarak, Erdoğan’a Cumhurbaşkanı olma yolunu açması, affedilecek bir şey değildir. Bir insanın diplomasının olup-olmadığının ispatlanmasından daha kolay ne olabilirdi? Gazeteci Ergün Poyraz, 2017 yılında yayınlanan “DİPLOMASIZ / Bir Varmış, Bir Yokmuş…” adlı kitabında, “Erdoğan’ın lisans diplomasının olmadığına dair” tüm belgeleri ortaya koyuyor. O kitap hâlen piyasada satılıyor, isteyen alıp okuyabilir. Kendisiyle ilgili hoşuna gitmeyen en küçük bir yayın yapıldığında bile, bugüne kadar on bini aşkın dava açan Erdoğan’ın, Ergün Poyraz’ın bu kitabı ile ilgili olarak, bugüne kadar dava açmamış olması, aslında tüm gerçeği ortaya koyuyor! İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun (konuyla ilgili yetkisi olmadığı ve hukuk geriye işletilemeyeceği halde) İmamoğlu’nun 35 yıl önce aldığı İşletme Fakültesi Diploması’nı iptal etmesi üzerine, yeniden alevlenen diploma tartışmalarında, Erdoğan’ın diploması yeniden gündeme getiriliyor. “Lisans diploması olmadığı için” Cumhurbaşkanı Adayı olamaması gereken Erdoğan, muhalefetin gevşekliği yüzünden, 2014’den sonra, iki kez daha aday oldu ve seçildi! Aradan bunca zaman ve seçim geçtikten sonra, artık bugün, Erdoğan’ın diplomasını konuşmanın hiçbir anlamı olamaz! İmamoğlu’nun diplomasının iptali meselesine gelince; çok büyü bir ihtimalle, bu iptal kararı mahkemeden dönecektir. Çünkü, eninde sonunda, tüm yanlış hesaplar Bağdat’tan döner… ----------------- 31 Mart 2025
Ekleme Tarihi: 31 March 2025 - Monday

DEVLETİN POLİSİ, İKTİDARIN KAPIKULU DEĞİLDİR!

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden bu yana, Türkiye’de cereyan etmekte olan hadiseleri doğru bir açıdan değerlendirmek gerektiğinde, her şeyden önce, Anayasa’mızda, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” ile ilgili 34. maddeyi hatırlamak ve akıldan çıkarmamak gerekiyor…

Madde 34- Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

                 Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.

                 Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.

Buradaki, “önceden izin almadan” ifadesi son derece önemlidir. Bu Anayasa maddesinin ilk cümlesi, 2911 sayılı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı”nın düzenlendiği 3. maddesinin de ilk cümlesidir.

 

“ASIL SALDIRAN” KİM, POLİS Mİ GÖSTERİCİLER Mİ?

Başta, İstanbul Büyükşehir Belediyesi merkez binasının yer aldığı Saraçhane olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde yaşanmakta olan protesto gösterileri ile ilgili videoların tamamında, “polisin göstericilere aşırı şiddet uyguladığı” görülüyor. Göstericilerin, kendilerine şiddet uygulayan polislere karşı kişisel direniş refleksleri dışında, “polise saldırı” olarak nitelenebilecek görüntüler yok!

Ama, Erdoğan’ın, kendi kişisel X (Twitter) hesabında paylaştığı bir videoda, göstericilerin polise saldırdıklarına dair görüntüler yer alıyor. Söz konusu video dikkatle incelendiğinde, o görüntülerin, Türkiye’deki gösterilere ait olmadığı, Gürcistan’da geçen yıl yapılan seçim öncesinde meydana gelen bazı sokak gösterilerine ait olduğu ortaya anlaşılıyor. Böyle bir şey, sıradan bir insan yaptığında bile kabul edilemeyecek bir davranış iken, Cumhurbaşkanının kişisel hesabında olması, akıl alacak bir iş değildir. Başta polis ve yargı olmak üzere, devletin elindeki tüm güçleri, ölçüsüzce göstericilere karşı kullanan Erdoğan’ın bu paylaşımı, son derece üzüntü verici ahlaki bir sorun teşkil ediyor.

Bu arada, on günü aşkın bir süredir devam etmekte olan protesto gösterilerinin, sadece İmamoğlu meselesiyle alakalı olduğunu düşünmemek gerekiyor. Görünen o ki, milletin “tahammül bardağı” çoktan dolmuş, en küçük bir damla, bardağı taşıracak haldeyken, İmamoğlu gibi çok büyük bir damla, bardağı taşırmakla kalmadığı gibi, önlenmesi giderek zorlaşmakta olan sellere sebep oluyor!..

 

ADALETİN İTİBAR KAYBINI, NEDEN KİMSE UMURSAMIYOR?

23 yıldır kesintisiz devam etmekte olan AK Parti döneminde, Türkiye’de en fazla itibar kaybeden kurum, maalesef adliyedir. Kamuoyunda, iktidar yanlısı kişi ve kuruluşlarda ayyuka çıkmış olan yolsuzluk iddialarının, neredeyse hiç soruşturulmadığı; buna karşılık, muhalif kesime yönelik en küçük bir iddianın söz konusu olduğu durumlarda, abartılı şovlarla, olabildiğince ağır işlemler yapıldığı kanaati hakim görünüyor. Ayrıca, gerek iktidar yanlıları ve gerekse muhaliflerle ilgili çok sayıda “tek yanlı adlî işlemler”in yapıldığı da bilinen bir husustur. Muhaliflere karşı adeta kartal kesilen emniyet ve yargı mensuplarının, iktidar yanlıları söz konusu olduklarında, adeta sağır ve dilsiz rolü oynamaları, kabul edilebilir bir tutum değildir.

Halbuki, kamu hizmetlerinde usulsüzlük yapan her kim olursa olsun, gerekli yasal işlemler adil bir şekilde yapılıyor olsa, kamuoyunda adliyenin ve polisin itibarı korunmuş ve hatta arttırılmış olur. Yıllardır, iktidar yanlılarının alenen işledikleri suçlar sürekli ört-bas edilirken, siyasi muhaliflere yönelik, adeta suç icat etme yarışının yaşanması, hayra alamet bir tutum değildir.

2017 yılındaki Anayasa referandumu ile gerçekleştirilen yeni rejimde, evrensel bir devlet ilkesi olan “kuvvetler ayrılığı” ortadan kaldırılmış, ülkede her şey adeta tek bir kişinin keyfî idaresine teslim edilmiştir. Yasama, Yürütme, Yargı ve Kamuoyu (basın), bir devlet düzeninde, “birbirlerinden bağımsız ve birbirlerini denetleyen kuvvetler” olarak, fonksiyonel olmaları gerekirken, Türkiye’de son sekiz yıldır her şey, işine gelmediğinde Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına bile uymayan (ve uymayacağını açıkça söyleyen) tek bir şahsın keyfine kalmış bulunuyor.

 

“MEDYA TEKELİ” TÜM DÜNYADA SUÇ, TÜRKİYE’DE DEĞİL!

2007 yılından itibaren, ATV-Sabah Grubu ile Doğan Medya Grubu’nun, iktidar yanlısı müteahhitlik firmalarından temin edilen finansman destekleriyle (ulusal medya kuruluşlarının kahır ekseriyeti) bağımsızlıklarını yitirdi. Muhalif yayın yapmakta olan birkaç gazete ve birkaç TV kanalı, iktidar yanlısı yayın yapmakta olan ve kamuoyunda, yandaş “havuz medyası” olarak adlandırılan gazete ve televizyon kanalları ile yine iktidar yanlısı internet mecralarında birkaç yüz bin kişilik trol ordusu karşısında seslerini duyurmaları son derece zor bir iştir. Kaldı ki, iktidarın elinde, muhalif TV kanallarına ceza yağdırmaktan başka ne iş yaptığı pek bilinmeyen, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) denen, bir başka güç daha bulunuyor.

Normalde, “kamuoyu kanaatlerini yansıtmaları gereken” medya organlarının, dezenformasyon yöntemleri ile, iktidar lehine (ya da aleyhine)kamuoyu oluşturma amaçlı yayın yapmaları” evrensel olarak “suç” kabul edilir. Demokratik ülkelerdeki basın kanunları, bu suçu önleme amaçlıdır. AK Parti iktidarından önceki Türkiye’de de, “belli bir maksada matuf kamuoyu oluşturma amaçlı yayın yapmak” kanunen suç teşkil ediyordu; ama, son yirmi yılı aşkın bir zamandır, “sadece iktidar aleyhine yayın yapmak” suç kabul ediliyor.

Durum böyle olunca, halk, gündelik olan-biten olaylarla ilgili olarak, “zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma hakkı”ndan mahrum ediliyor. Gündelik olan-biten olaylarla ilgili olarak, kahır ekseriyeti iktidar yanlısı olmak üzere, hem gazete ve TV gibi konvansiyonel yayın organlarında ve hem de, internetteki (Facebook, X, Instagram, TikTok vb. gibi) sosyal medya mecralarındaki paylaşımların dezenformasyon amaçlı kullanılması, maalesef, Türkiye’de sanki suç değil.

 

SOSYAL MEDYA İLE İLGİLİ OLUMSUZLUKLAR

Sosyal medya mecraları ile ilgili başlıca üç büyük olumsuzluk söz konusudur.

Bunlardan birincisi, elinde telefonu ve bilgisayarı olan herkesin, kamuoyuna yönelik istediği her şeyi paylaşma (ve paylaşımları yeniden paylaşma) imkanının olması. Gazetecilik eğitimi olmayan insanların, eksik ve yanlış bilgi içeren sosyal medya paylaşımları (suç teşkil etmese bile), son derece büyük bir bilgi kirliliğine yol açmaktadır. Bu durum, insanların gündelik olaylarla ilgili zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanını büyük ölçüde bloke etmektedir. Çoğu zaman, uzak geçmişe ait bilgi ve görseller, sanki son olaylarla ilgiliymiş gibi, çoğu zaman yer ve zaman belirtilmeden paylaşılıyor!

İkinci olumsuzluk ise, siyasi (ve ticari) çıkar amaçlı dezenformasyon yapmakta olan, ücretli ve gönüllü trollerin paylaşımlarıdır. İddialara göre, sosyal medya mecralarında, gerek iktidara ve gerekse muhalefete bağlı belli merkezler tarafından yönetilmekte olan, yüzbinlerce trol hesap var. Ayrıca, trol olmayıp, yandaşı olduğu taraf lehine kasıtlı dezenformasyon paylaşımları yapan normal sosyal medya hesapları da var.

Üçüncüsü ise, “internet botu, web robotu, robot” veya kısaca “bot” denen, internet ortamında insan faaliyetlerini taklit edebilen, belli maksatlara matuf otomatik görevleri çalıştıran yazılım uygulamaları ile yapılan dezenformasyon amaçlı paylaşımlar ve internet yayınlarıdır. Bu yazılımlarla, istenilen her bilgi, otomatik olarak sonsuz sayıda yayılabiliyor.

Tüm bunlar, mahiyetleri itibarı ile suç teşkil ediyor. Ancak, maalesef, insanların zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma hakları çok büyük bir ölçüde bloke edilerek, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması engellenmektedir. Kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşması imkanı bulunmayan toplumlar, Türkiye’de olduğu gibi, siyasi ve ekonomik güç sahipleri tarafından sınırsız bir şekilde istismar edilirler.

Bu gibi ülkelerde hiç kimse, hiçbir konuda zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanına sahip olmayacağı için, çıkar amaçlı kurgulanmış bilgileri yaymakta olan gayrimeşru oluşumlar ortaya çıkar ve bu güçler, siyasetten ekonomiye, tüm toplumsal alanları manipüle ederler ki, bu evrensel bir insanlık suçudur.

 

TÜRKİYE’DE SAĞLIKLI KAMUOYU OLUŞMASI MÜMKÜN DEĞİL!

Günümüz Türkiye’sinde, maalesef, halk gündelik konularla ilgili zamanında, doğru ve yeterli bilgi alma imkanına sahip değildir. Halkın bu en doğal hakkını en fazla istismar eden ise iktidardır. İktidar tarafından, devlet adına yapılan resmî açıklamalarda bile çoğu zaman, gerçek olmayan ve belli siyasi çıkarlara göre kurgulanmış (örneğin, TÜİK’in enflasyon rakamları gibi) bilgiler verilebilmekte ve buna karşı, halk adına yapılabilecek hiçbir müdahale ve tedbir alma imkanı mevcut değildir.

Her toplumda, yönetimlere karşı, zamanla bir “doğal muhalefet” ortaya çıkar. Gelişmiş ülke demokrasilerinde, siyasi muhalefetin asıl görevi, halkta ortaya çıkan bu doğal muhalefet konularına ve mesajlarına sahip çıkarak, iktidarı disipline etmek ve bu olmadığında da, iktidar görevine talip olmaktır. Ne var ki, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde, siyasi muhalefet görevini üstlenmiş olan partiler, halk içinde ortaya çıkan doğal muhalefet konularına ve kanaatlerine zerre kulak vermiyorlar; kendilerince ortaya attıkları sözde muhalif görüşleri halka empoze ederek taraftar toplamaya çalışıyorlar. Elbette bu, suyu tersine akıtmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Çünkü, halk çoğu zaman, muhalefetin iktidarı eleştirdiği konularda, onlarla aynı görüşte ve kanaatte olmaz! Bu nedenle de, muhalefet iktidar karşısında güç kazanamaz, iktidarı disipline edemez ve Türkiye’de 23 yıldır görüldüğü üzere, iktidar kalıcı siyasi bir hastalık haline gelir ve hatta devlet rejimi “tek adam yönetimi”ne dönüşür.

 

BİR İŞ ZAMANINDA YAPILMADIĞINDA, HİÇBİR KIYMETİ OLMAZ!

Bir de, her işin kendine mahsus bir zamanı vardır ve öyle de olmalıdır. Örneğin, Erdoğan’ın üniversite diplomasının olup-olmadığı meselesi, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığına ilk aday olduğu günlerde ilk tartışılmaya başlandığı günlerde, pek âlâ kesin bir sonuca bağlanabilirdi ki, bundan kolay hiçbir iş yoktur. Anayasa’nın 101. maddesinin ilk fıkrasına rağmen, muhalefetin o tarihte diploma meselesinde gevşek davranarak, Erdoğan’a Cumhurbaşkanı olma yolunu açması, affedilecek bir şey değildir.

Bir insanın diplomasının olup-olmadığının ispatlanmasından daha kolay ne olabilirdi? Gazeteci Ergün Poyraz, 2017 yılında yayınlanan “DİPLOMASIZ / Bir Varmış, Bir Yokmuş…” adlı kitabında, “Erdoğan’ın lisans diplomasının olmadığına dair” tüm belgeleri ortaya koyuyor. O kitap hâlen piyasada satılıyor, isteyen alıp okuyabilir. Kendisiyle ilgili hoşuna gitmeyen en küçük bir yayın yapıldığında bile, bugüne kadar on bini aşkın dava açan Erdoğan’ın, Ergün Poyraz’ın bu kitabı ile ilgili olarak, bugüne kadar dava açmamış olması, aslında tüm gerçeği ortaya koyuyor!

İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun (konuyla ilgili yetkisi olmadığı ve hukuk geriye işletilemeyeceği halde) İmamoğlu’nun 35 yıl önce aldığı İşletme Fakültesi Diploması’nı iptal etmesi üzerine, yeniden alevlenen diploma tartışmalarında, Erdoğan’ın diploması yeniden gündeme getiriliyor. “Lisans diploması olmadığı için” Cumhurbaşkanı Adayı olamaması gereken Erdoğan, muhalefetin gevşekliği yüzünden, 2014’den sonra, iki kez daha aday oldu ve seçildi! Aradan bunca zaman ve seçim geçtikten sonra, artık bugün, Erdoğan’ın diplomasını konuşmanın hiçbir anlamı olamaz!

İmamoğlu’nun diplomasının iptali meselesine gelince; çok büyü bir ihtimalle, bu iptal kararı mahkemeden dönecektir. Çünkü, eninde sonunda, tüm yanlış hesaplar Bağdat’tan döner…

-----------------

31 Mart 2025

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve balikesirartihaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.