Toplumların ilerleyebilmeleri, kendi içlerinde ortaya çıkan yenileşme eğilimlerini benimseyebilmelerine bağlıdır. Ancak, insanların alışkanlıklarından vazgeçebilmeleri son derece zordur ki, “muhafazakârlık (conservatism)” dediğimiz ve çoğu zaman “olumlu” anlamlar ve değerler yüklediğimiz, bireysel ve toplumsal katı tutum değişimin, gelişmenin ve ilerlemenin önündeki en önemli ve en büyük engeldir. Muhafazakârlığın en önemli iki kaynağı ise, toplumsal kimliği belirleyen ve büyük ölçüde değişime kapalı “milli kültür” ve değişmez “nass”ları ile “din”dir.
Toplumlar, kendi içlerinde ortaya çıkan yenileşme eğilimlerini benimseyip güçlendirdikleri ve destekledikleri ölçüde, diğer toplumlardan çok daha üretken ve çok daha güçlü hale gelirler. Ne var ki, çoğu zaman baskın gelen muhafazakâr tutumlar sebebiyle, her toplum “bildiklerinden ibaret” olan ve bir kısır döngü haline gelen hayatını değiştirmeyi başaramaz!
OSMANLI DEVLETİ VE TOPLUMU, AVRUPA’DAKİ GELİŞMELERİ, ASIRLARCA ANLAYAMADI!
Kendi içlerinde ortaya çıkan yenileşme eğilimlerini benimseyemeyen ve destekleyemeyen toplumlar, başka toplumlarda ortaya çıkan yenilikleri de uzun süre algılayamaz, görse de kavrayamaz ve onları kendi hayatına dahil edemez. Bu durumun, Türk tarihindeki en önemli örneği, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmaya başlayan yenilikler karşısında, Osmanlı Devleti’nde yaşanmıştır.
15. yüzyılda, önce İtalya’da başlayan ve hızla tüm Avrupa ülkelerine yayılan Rönesans ve Reform hareketleri, 18. yüzyıldan itibaren bilimsel, teknolojik ve sanatsal gelişmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu gelişmeler, Osmanlı Devleti yöneticileri ve aydınları tarafından (o dönemlerde, irili-ufaklı Avrupa ülkeleriyle girilen tüm savaşlar kaybediliyor olmasına rağmen) 19. yüzyıla kadar algılanamamış ve kavranamamıştır.
Nihayet, padişah II. Mahmut döneminde durum bir parça kavranabilmiş ve yenileşmenin önündeki en büyük engel olarak görülen Yeniçeri Ocağı (1826) kapatılmış; ardından, 1789 Fransız ihtilali sonrasında Jakobenlerin yaptıkları gibi, “devlet politikası” olarak tepeden inme yenileşme hareketlerine girişilmiştir. Ancak, halk bu girişimleri desteklememiş ve II. Mahmut’a “Gâvur Padişah” adını takmıştır. II. Mahmut’tan sonra padişah olan Sultan Abdülmecid, babası tarafından başlatılan yenileşme hareketlerini devam ettirmiş ve ilki tahta geçtikten 4 ay (03.11.1839, Tanzimat Fermanı), diğeri 17 yıl sonra (18.02.1856, Islahat Fermanı) olmak üzere, çok önemli iki girişime imza atmıştır.
HALK, TEPEDEN BAŞLATILAN YENİLİKLERE SAHİP ÇIKMIYOR!
Ne var ki, devlet eliyle başlatılan yenileşme girişimlerine, medreselerin ve tarikatların etkisi altında olan halk destek vermediğinden, başlatılan girişimler zamanla dejenere olmuş,18. yüzyılda Avrupa ülkelerinde belirgin hale gelen aydınlanma hareketlerine benzer bir “Osmanlı aydınlanması” gerçekleştirilememiştir. Devlet eliyle başlatılan yenileşme hareketlerini benimseyen, ama “doğru bir şekilde kavrayamayan” eğitimli kesim (Batılılaşma yanlıları) ile buna her durumda karşı çıkanlar arasında o dönemde alevlenen siyasi çatışmalar, ülkemizde maalesef bugün de hâlâ sona erdirilememiştir.
Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan bilimsel, teknolojik ve sanatsal gelişmelerin Türk toplumuna kazandırılması çabaları maalesef başarılı olamamıştır. Zaman zaman, devletin başına geçen, II. Mahmut ve Abdülmecit gibi padişahlar ile Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi cumhurbaşkanlarının gayretleri, medreselerin, tarikatların, dinci cemaatlerin ve toplumun Müslüman ve Türk milliyetçisi zannettiği kesimler tarafından akamete uğratılmıştır.
OSMANLI DEVLETİ’NİN BAŞARAMADIĞINI JAPONYA BAŞARDI
Maalesef Osmanlı Devleti’nde, imparator Meiji’nin (23.10.1868-30.07.1912) gerçekleştirdiği, dünyadan soyutlanmış feodal Japon halkını, modern bir topluma dönüştürmesine benzer bir başarı sağlanamamıştır. Osmanlı Devleti, Avrupa ülkelerinde meydana gelen yenilikleri anlamak amacıyla eğitime gönderdiği gençlerle, geri döndüklerinde anlaşamamış, hem devlet ve hem de toplum olarak karşılarına almış ve onlarla bir çatışma sürecine girmişlerdi. Halbuki, Osmanlı Devleti’nden yaklaşık 40 yıl sonra Avrupa ülkelerine öğrenci göndermeye başlayan Japonya, dönüşlerinde o gençlerin önlerine, ülkenin tüm imkanlarını sermişlerdi.
Avrupa ülkelerinde eğitim alan gençlerin, ülkeye dönüşlerinde hiç de hoş karşılanmamış olmaları, onların yeterince gelişemeden ve olgunlaşamadan siyasete bulaşmalarına sebep olmuş ve neticede, “İttihat ve Terakki” gibi, son derece “temiz, iyi niyetli ve idealist”, ancak bir o kadar “deneyimsiz ve yetersiz” siyasi bir yapı ortaya çıkarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşanan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncülük ettiği “milli yenileşme” yanlıları ile, buna karşı çıkan “Ümmetçi ve Osmanlıcı” kesimler arasındaki kavga, Türk milletinin varlıklarını, enerjisini, üretkenliğini ve zamanını heba etmeye, bugün de devam ediyor! Çünkü, bu kavganın ortaya çıkardığı ve beslemekte olduğu “toplumsal yaygın cehalet”, maalesef, artık halkımızın inanç temeli, yani dini haline gelmiş bulunuyor!
TOPLUMUN “DİN”İ HALİNE GELEN “ÖRGÜTLENMİŞ CEHALET”
“Bireysel cehalet”e karşı tedbir almak ve korunmak mümkündür; ancak, toplumu esir almış olan “kolektif cehalet”, halk için “din” haline gelir ve bu hal, o toplum yok oluncaya kadar devam eder. Dahası, bu yaygın kolektif cehalet, zamanla örgütlenir ve etkili bir “siyasi aksiyon” haline gelir. Türkiye maalesef, bugün böyle bir dönemi yaşamaktadır. Yıllardır tatlı yalanlarla uyutulmakta olan Türk milleti uykusundan uyandırılamadığı taktirde, bu gidişin sonu yok oluştur!
İslam tarihine baktığımızda, Cebrail tarafından, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi veselleme ilk tebliğ edilen “Alâk” suresinin ilk ayetinin “Yaratan Rabbinin adıyla oku. (خَلَقَۚ الَّذٖي رَبِّكَ بِاسْمِ اِقْرَأْ)” olması ile İslam öncesi dönemin, peygamber tarafından neden “cahiliye” olarak adlandırılmış olduğu üzerinde, neredeyse hiç durulmamıştır! Nitekim İslam dünyasında, bu iki hususun anlaşılmasına yönelik, kayda değer bilinen hiçbir çaba yoktur! Dolayısı ile İslam dininin, her şeyden evvel bir “toplumsal aydınlanma hareketi” olduğu, tarih boyunca göz ardı edilmiş ve neredeyse, sadece “iman” esasları ile “ibadet” denen ritüellerden ibaretmiş gibi bir algı yaratılmıştır.
EBÛ HANİFE’DEN BAŞKA İTİRAZ EDEN OLMADI!
Elbette, bu durumun böyle olmasında ve İslam dininin, “saltanat esasına dayalı siyasi ideoloji” haline dönüştürülmesinde en büyük vebal ve sorumluluk Muaviye (602-680) ile onun oğlu Yezid’e (647-683) ve nihayetinde tüm Emevi hanedanına (Hüküm Dönemleri: 661-750) aittir; ancak, maalesef Emevilerin dini, ideoloji haline getirerek, Müslümanları toplumsal yaygın cehalete mahkum etmelerine, ilmî ve fikrî açıdan, İmam-ı Âzam Ebû Hanife’den (699-767) başka itiraz eden olmamıştır. Dolayısı ile, dini gerekçeler ileri sürerek Emevi hanedanının saltanatına karşı isyan ederek devleti ele geçiren Abbasi hanedanı (Hüküm Dönemleri: 750-1261) da, İslam dinini hem siyasi hem de toplumsal konularda (tıpkı Emeviler gibi), bir ideoloji gibi kullanmış, bu usul neredeyse hiç değişmeden günümüze kadar aynen gelmiştir!
ATATÜRK’ÜN ÇABALARI
Türk tarihinde, Müslümanlarla ilgili bu hususları en iyi bilen ve gereğini yapmak için tüm gücüyle mücadele eden kişi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk 1923’te Cumhuriyet’i kurarak (tıpkı Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin 1400 yıl evvel yaptığı gibi), Türk milleti için bir “bilim ve aydınlanma hareketi” başlatmıştır. İlk iş olarak, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a (1878-1942), tarihte ilk kez Kur’an-ı Kerîm’i Türkçeye tercüme ettirmiş ve ayrıca “Türkçe tefsir (Hak Dini Kur’an Dili-10 cilt)” yazdırmıştır. Ayrıca, Ahmet Hamdi Akseki’nin (1887-1951) yazdığı temel dini bilgileri ihtiva eden “İslam Dini” adlı ilmihal kitabının, liselerde ders kitabı olarak okutulmasını sağlamıştır.
Halkın dini hayatının gerici kesimler tarafından istismarını önlemek amacı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve İmam-Hatip okullarını kurmuş olmasına rağmen, Atatürk, eskinin Ümmetçileri, Osmanlıcıları, Mandacıları, Yunan yanlıları, Medresecileri, Tarikatçıları vb. kesimler tarafından “dinsiz” olarak suçlanmış ve halka da böyle anlatılmıştır. Aynı kesimler, ağırlıklı olarak bireysel, kısmen de toplumsal hayatta yaşanması gereken dinin, devlet hayatından arındırılması amacıyla başlatılan “laiklik” sürecini de, halka “dinsizlik” olarak anlatmış ve maalesef, bu anlatımlarında başarılı olmuşlardır.
YAYGIN CEHALET VE İLETİŞİM
Telefon, bilgisayar ve internet gibi iletişim araçlarının gelişmesi, insanlar arasında olağanüstü derecede iletişim imkanları ortaya çıkarmıştır. Elinde telefonu olan herkesin düşüncesini topluma yayma imkanına sahip olması, internet ortamında paylaşılmakta olan bilgilerin ve fikirlerin doğruluğunu ve sağlığını, maalesef olumsuz yönde etkilemektedir.
İnternet öncesi dönemde, gündelik toplumsal bilgilerin ve aydınların fikirlerinin halkla paylaşımı, ancak kısaca “basın-yayın” dediğimiz radyo, televizyon, gazete, dergi, kitap vb. “kitle iletişim araçları” vasıtası ile yapılıyordu ve bunun kendi içinde bir düzeni-disiplini vardı. Ancak, internet ortamında bir furya haline gelen “sosyal medya” çılgınlığı, insanların diğer insanlarla paylaştıkları bilgilerde, çok ciddi bir sağlık sorunu yaratmaktadır. Maalesef bu durum, siyaset, endüstri ve ticaret sektörleri tarafından, oluşturulan özel “trol orduları” ile, topumun aleyhine kullanılan, oldukça etkili bir silah haline getirilmiştir.
EVRENSEL, MİLLİ VE DİNİ DEĞERLERİ İSTİSMAR EDENLER
Demokrasi, özgürlük, insan hakları vb. gibi evrensel değerler ile dîni ve millî değerler, internet imkanları kullanılarak dehşet verici şekilde istismar edilmektedir. Millî, dîni ve evrensel değerleri, farklı yaklaşımlarla istismar edenlerin arasındaki kavgayı, bizim gibi geri kalmış ülkelerin halkları “siyaset” zannediyor. Halbuki, bu “değer istismarcıları”ndan hangisi kazanırsa kazansın, halk için değişen hiçbir şey yoktur. Maalesef, millet olarak (kısa süreli de olsa), başta siyaset ve ekonomi olmak üzere, hemen her alanda, bilhassa millî ve dîni değerleri istismar edenler (çoğu zaman aralarında bazı ittifaklar da kurarak) toplumun sahip olduğu her şeyi sömürmekte, halka ait varlıkları yağmalamaktadırlar.
Bu vahim durumun önlenmesinin tek yolu “toplumsal aydınlanma”dır; bu ise, sistemli, kararlı ve çağdaş bir eğitimle mümkün olabilir. Ancak, toplumsal aydınlanmayı sağlayacak eğitim sistemini kurabilecek ve bunu, 5-6 nesil boyunca ısrarla, aynı disiplinle sürdürebilecek devlet adamlarını nereden bulacağız? Görünürde, maalesef, bu manada umut bağlanabilecek tek bir kişi bile yoktur!