Türkiye’nin, “her bakımdan en zengin coğrafyasında, en fakir toplumsal hayatın yaşandığı” yerin adıdır “Balıkesir”! Ve bu durumdan hiçbir şikayeti olmadan, “Ankara’daki Siyaset Baronlarının, yereldeki Kahyalarının peşinde ömür tüketen” insanlara da, “Balıkesirli” diyorlar.
Halkımızın siyasi konulara olan ilgisi, “siyasetçi” denen ve adeta “ağızlarından ishal olmuşçasına”, doğru olması asla gerekmeyen polemiklerle birbirleri ile söz dalaşı yapmakta olan insanları, kendi özel çevrelerinde taklit etmekten öteye geçmiyor! Gerek gazete, radyo ve televizyon gibi konvansiyonel, gerekse internet siteleri, youtube, facebook, twitter, instagram, tik-tok vb sosyal MEDYA mecraları, ağızlarından ishal olan ve bunu, kendiler için “toplumsal varlık olma ve geçim yolu” haline getirmiş olan marazi karakterlerin, yalan-yanlış yayın ve paylaşımlarından geçilmiyor!
BİZZAT YAKINDAN TANIDIĞINIZ SİYASETÇİLERE BİR BAKIN
Lütfen kendi çevrenizde, her bakımdan yakından tanıyabileceğiniz, sözüm ona siyasi tiplere bir bakın, acaba içlerinde, oturup bir çay içecek kadar zamanınızı paylaşmaya değer nitelikte kimse var mı? Bunu çok ciddi olarak yapmanızı öneriyorum; çünkü, seçim zamanlarında, insan yerine koyup oy verdiğiniz o mahlûkatın (çok az sayıdaki birkaç istisna haricinde) elle tutulur tarafları yoktur! Nitekim, ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’nün (1809-1865), “Politikacılar, halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlardır.” ifadesi, tam da bunu anlatır.
Toplumu ilgilendiren, yapılması faydalı ve gerekli olan konuları, “kişisel siyasi ve maddi rant dinamikleri” olarak kullanmakta olan ve fevkalade zararlı bir asalak türü olan o mahlukatı, her türlü kamu varlıklarından ve işlerinden uzaklaştırmak gerekiyor. Bizim paramızı, bizi ve imkanlarımızı kullanarak (hem de üç-beş misli yüksek maliyetlerle), gerçekleştirdikleri hizmetleri, sanki babalarının malları ile yapmışlar gibi, bir de bize pazarlayıp “takdir toplamak”, bunların en önemli işleridir. O nedenle, millet olarak bunları, “olmaları gerektiği” yere koyamadığımızda, millet ve ülke olarak, rakip ülkeler ve milletler karşısında başarı şansımız olamaz!
TARİHİ BİLMEDEN VE DOĞRU ANLAMADAN GELECEĞİ KURMAK MÜMKÜN OLMAZ
Sözün burasında, izninizle, bu noktaya gelişimizle ilgili olarak, tarihsel süreçlere dair kısa bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum:
Batılı toplumlar, 395-1520 yılları arasında 11 asır süren Ortaçağ döneminde yaşadıkları zifiri karanlıktan kurtulabilmek ve günümüzdeki hakim medeniyeti yaratabilmek için, gerek Kilise’nin “engizisyon” adı verilen yargı zulümlerinde ve gerekse birbirleri ile yaptıkları, 20 yıl savaşları (571-591), 100 yıl savaşları (1337-1453) ve sonrasında da 30 yıl savaşları (1618 ile 1648) gibi dehşet yıllarında, büyük bedeller ödediler. Neticede, siyasi ve insani evrensel ilkeler ve kurallarda, belli bir mutabakat zemini ortaya koyarak, kendilerinden geri olan ülkeleri sömürmeye dayalı, rasyonel toplumsal düzenlerini kurmayı başardılar.
Türk ve İslam tarihinde ise, bilinen tüm savaşlar, karşı tarafın üzerinde siyasi ve/veya ekonomik hakimiyet tesis etme amaçlı olarak çıkmıştır; Türk ve İslam tarihleri, herhangi bir “ilke” için yapılan tek bir savaş kaydetmemiştir! Bu anlamda, meseleleri anlayabilmek için, Avrupa tarihi konusunda (bilhassa 1765-83 yılları arasında 8 yıl süren Amerikan Devrimi, 1789 Fransız İhtilali ve 1861-65 yılları arasında yaşanan ABD İç Savaşı ile ilgili), sadece kronolojik değil, “analitik” okumalarımızın olması lazım.
AVRUPA MEDENİYETİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLERİMİZ YETERSİZDİR
Tüm yetersizlikleri ve kör taassupları ile bugün, sözüm ona Batı medeniyetini eleştirdiklerini zannedenler, sürekli olarak, Türk ve İslam tarihini “yücelterek”, iyi bir şey yaptıklarını zannediyorlar. Halbuki, Türk ve İslam tarihinde yaşamış, başta İmam-ı Âzam ebû Hanife ve İbn-i Sina olmak üzere, bugün adlarından övgü ile söz ettiğimiz o büyük şahsiyetlere, o dönemlerde yapılmadık eziyet kalmamıştır.
Avrupa ülkeleri (16. yüzyıl sonlarına kadar), bir taraftan doğudan gelen Türk saldırılarıyla ve diğer taraftan da, Kilise’nin ve bölgesel derebeylerinin zulümleri ile boğuşurken, Araplar ve Türkler, o dönemlerde kurdukları devletleri, sahip oldukları nispî üstünlüklerle genişleterek, yüzyıllar boyunca Avrupalılar üzerinde egemen olmuşlardır.
Ne var ki, o ülkelerde, bilhassa 15. yüzyıldan itibaren başlayan, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, 18. yüzyıl sonlarına kadar hiç algılayamamışlar bile. Avrupa ülkelerindeki, ekonomik, askeri, bilimsel ve teknolojik üstünlükleri fark ettiklerinde de, bunların nasıl ortaya çıktığını anlayamamışlar; böylece, kendi aralarında iki asrı aşan bir süre boyunca, içi boş “batılılaşma tartışmaları” ile havanda su dövmüşler ve “endüstri devrimi” ile başlayan süreci tamamen kaçırmışlardır.
MÜSLÜMANLARIN KENDİLERİNE MAHSUS MEDENİYET MODELİ VAR MI?
Bugünün, sözüm ona İslam(!) ülkelerinde, hâlâ bu mevzular yeterince anlaşılabilmiş değildir. Müslümanların, bugün beğenmedikleri Batı Medeniyeti karşısında, kendilerinin teklif edebilecekleri, kendilerine mahsus hiçbir medeniyet anlayışları ve modelleri yoktur.
Aslında, tamamen akla ve bilime dayalı bir inanç sistemi olan İslam, Muaviye’den bu yana geçen 1360 yıl içinde, Kur’an-ı Kerim’deki hükümlerle en bağdaşmayacak yorumlarla, “din” olmaktan çıkarılmış, modası geçmiş, “hanedan saltanatını meşrulaştırma” amaçlı bir “siyasi ideoloji” olarak, insanların hayatını karartıcı, toplumsal ve siyasi etken haline dönüştürülmüştür.
MÜSLÜMANLAR, DÜNYAYA HAKİM KONUMA GELEBİLİRLER Mİ?
Maalesef, Avrupa ülkelerinde 15. yüzyılda başlayan aydınlanma sürecine benzer bir dönem İslam ülkelerinde de yaşanmadan, bu ülkelerin ve toplumların, dünya üzerinde yeniden “etkin” konumlara gelebilmeleri mümkün olmayacak, Müslüman olmayan gelişmiş ülkeler karşısında, son derece “edilgen” olan konumları devam edecektir.
Hakim medeniyeti temsil eden ve adlarına “gelişmiş” denen ülkeler karşısında “pasif ve edilgen” durumda olan bizim gibi ülkelerde, devletleri yöneten kadrolar, gelişmiş ülkelerdeki ekonomik ve finansal güç merkezlerinin, “görevli elemanları” olmaktan öteye gidemezler. Ve bu ülkelerde siyaset, toplumdaki en niteliksiz, ahlaksız ve vicdansız insanların uğraş alanı haline dönüşecektir ki, 1950’den bu yana (kısa bazı istisnai zamanları saymazsak) Türkiye’de maalesef durum budur.
ADALETİN YENİDEN TESİS EDİLMESİ İÇİN NE LAZIM?
Bizim gibi ülkelerde, evrensel ahlak ilkeleri geçerli olmadığından, olması gereken “meslekî” ve “siyasî” ahlâk anlayışları da, dolayısı ile “adalet” yoktur. Böyle bir ülkede, nispeten “ahlaklı” denilebilecek insanlar, siyaset ortamındaki çirkefliklere bulaşmamak için siyasetten uzak kalırlar. Bu durumda, antik Yunan döneminin en önemli düşünürlerinden Platon’un (MÖ 428-347) , “Siyaset ile uğraşmayacak kadar akıllı olanlar, çok daha aptallar tarafından yönetilerek cezalandırılırlar.” sözü tecelli eder. Burada, Balıkesir’le ilgili olarak, bu anlattıklarımıza uygun örnek vermeme gerek olmadığını düşünüyorum; şöyle etrafınıza alıcı gözle bir bakın bakalım!
Bugün içinde bulunduğumuz durumla ilgili olarak, merhum Süleyman Demirel’den (1924-2015), çok bilinen küçük bir hikaye anlatıp, sonra da hemen çevrenize bakmanızı ve bununla ilgili olarak bilebileceğiniz irili-ufaklı örnekleri düşünmenizi önereceğim:
Demirel, sürekli olarak kendisini en galiz ifadelerle eleştiren, hatta hakaretler eden birini seçim öncesinde kendi partisine alır ve onun milletvekili olmasını sağlar. Bu durumu fark eden gazeteciler, Demirel’e bunun sebebini sorduklarında, rahmetli, veciz bir karşılık vermiştir: “Kardeşim, herif köpek, komşunun kapısında durup bize havlıyordu; şimdi onu bizim kapıya bağladık, karşı tarafa havlıyor.”
“BALIKESİR’İN ORTAK AKLI”NI ORTAYA ÇIKARMAK
Bizim, “Balıkesir’in ortak aklı”nı ortaya çıkaracak yeni oluşumlara, yeni tip, entelektüel yapılanmalara ihtiyacımız var. Bunun için, belli bir bilgi ve kültürel birikime, toplumsal statüye sahip, entelektüel merakları olan insanlarımızın sistemli olarak bir araya gelebildikleri, maddi menfaat ve siyaset gölgesinden uzak mahfillere ihtiyacımız var.
Aslında, sadece Balıkesir’in değil, tüm ülkenin, az ya da çok birtakım mevzulara aklı yeten insanları bir araya gelmeli ve ülkemizi yağmalamakta olan, maddi hırsları sonsuz, gözleri doymayan siyasetçi takımını tasfiye ederek, hiç olmazsa batılı ülkelerdeki gibi, gerçekten ülkeye hizmet edebilme kapasiteleri ve kabiliyetleri olan insanların ülkenin başına gelebilmelerinin yollarını açmaları lazım.
Biz kendimiz bunu yapamadığımız sürece, dünya üzerinde etkili olan güç merkezlerinin oyuncağı olmaktan kurtulamayız! Çünkü, problemlerin sebebi olan anlayışlarla, hiçbir çözüm üretilemez; çözüm ancak, tamamen akla ve bilime dayalı farklı ve yeni anlayışlarla, “aklımızı yeni baştan kurabildiğimizde” mümkün olabilecektir.